Bediüzzaman ve Ermeniler (3)

Bediüzzaman; bırakalım topyekûn bir toplumu savaş yıllarında Ruslara destek çıkan Ermeni fedailerini bile "düşman" olarak kodlamamıştır.

Peki; eski-yeni yazdığı tüm makale ve eserlerini incelediğimizde Ermenileri kötüleyen veya aşağılayan herhangi bir cümlesiyle karşılaşmadığımız Said-i Nursi'nin Birinci Cihan Harbi'nden sonra Ermenileri düşman olarak kodladığı iddiası (Bediüzzaman'ın Hançeri, s. 234, 280, 282) ne kadar gerçekçi?

 

Bu konuda en çok delil olarak ortaya atılan kaynak; 1920 Mart'ının 17'sinde Sebilürreşad Gazetesi'nde Bediüzzaman'ın ağzından aktarılan bir makaledir ki, tıpa tıp aynısı olmasa da aynı anlamda iki yazı da zamanın İkdam (7 Mart) ve Vakit (14 Mart) gazetelerinde yayımlanmıştı.

 

İlginç olan şu ki; Nursi'yi, antiKürd cephede konumlandırmak isteyenlerle O'nu, Ermeni düşmanlığını gütmekle suçlayanlar ve yine O'nu Türk milliyetçiliği ile uzlaştırmak isteyenler hep bu İkdam'da yayımlanan Kürtler ve Osmanlılık ile Sebilürreşad'da çıkan Kürtler ve İslamiyet isimli iki makalede buluşurlar.

 

Aynı zaman diliminde (1920'ler) mesela İngilizler aleyhinde yazdığı Es'ile-i Sitte adlı eseri de dahil tüm yazdıklarına sahip çıkan Nursi'nin söz konusu bu iki makaleye hiçbir yerde hatta yeni Kemalist rejimin kendisine despotça yüklendiği en sıkışık anlarında dahi değinmemesi düşündürücüdür. Hâlbuki; her iki makale de yeni rejimin hoşuna gidecek enstrümanları bolca barındırıyor.

 

Öncelikle; İkdam'dan çıkan ve kısa olan birinci makalenin altında Said-i Kürdî'nin yanında haklarında tanıtıcı herhangi bir bilgiye sahip olmadığımız Berzenci seyyidlerinden Ahmet Arif ve Hizan seyyidlerinden Binbaşı Muhammed Sıddık isminde iki şahsın daha ismi geçtiği için yazının kimin tarafından kaleme alındığı belirsizdir.

 

Hem de; diline aşina olanlarca bilinir ki; Said-i Kürdî hiçbir makalesinde "Kürtler ve Osmanlılık", "Kürtler ve İslamiyet" gibi kategorik yersiz başlıklar ve "şühedanın kanı kurumadan", "gözleri oyulan ihtiyarlar" gibi ajite edici tabirler kullanmamıştır.

 

Hem de bu makalede Ermenilerin, Kürdlerin tarihi ve hayati düşmanları olarak anılmış olması, Nursi'nin Ermenilere dair önceki tüm yaklaşımlarına zıttır. (Bir önceki makaleme bknz.)

 

Şimdi de aynı üslup ve içerikte olup Sebilürreşad dergisinde yayımlanan Kürtler ve İslamiyet başlıklı uzunca makaleyi analiz edelim:

 

1908 yılında Eşref Edib ve Ebu’l-ula el-Mardinî öncülüğünde Sırat-ı Müstakim adıyla İslamcı bir düşünce ve siyaset dergisi kuruldu. Daha sonra uzun bir dönem Sebilürreşad adıyla yayın hayatına devam eden derginin önde gelen yazarları başta Mehmet Akif Ersoy, Eşref Edib olmak üzere İzmirli İsmail Hakkı, Hasan Basri Çantay ve Ali Fuat Başgil gibi isimlerdir.

 

Nursi'nin bu dergi için herhangi bir makale yazmadığını 1950'den sonra kaleme aldığı şu mektubundan çıkartmak mümkündür.

 

"Eşref Edib, kırk seneden beri iman hizmetinde benim arkadaşım ve Sebilürreşad'da makale yazan ve şimdi vefat eden çok kıymetli kardeşlerimin mümessili…" (Emirdağ-2)

 

Anlaşılan; Mehmet Akif ve İzmirli İ. Hakkı gibi Nursi'nin arkadaşları dergide makaleler yazmışlarsa da bizzat kendisi yazmamıştır.

 

Adı geçen imzasız makalenin üslûbu da son derece ısırgan ve incitici olup her cihetle şüphe çekicidir. Dikkatle ele alındığında bu makalenin ne anlam derinliği ne de üslup açısından Bediüzzaman’a ait olamayacağı anlaşılacaktır. Biraz metin kritiği yapacak olursak çelişkiler açığa çıkacaktır.

 

Eserlerinde sıklıkla kullandığı Kürdistan özel ismi yerine az da olsa Vilayet-i Şarkiye tabirini yazan Nursi'nin söz konusu makalede geçen Şarki Anadolu gibi uyduruk bir tabiri kullandığı başkaca hiçbir yazısı yoktur. Çünkü; Kürdistan'ın, Anadolu olamayacağını bilmek için derin ilmi ve güçlü hafızasıyla son derece yetkin bir kişilik olan Said-i Nursi olmaya gerek yok!

 

Hem; Kürdlerin çok erken yıllarda ta hz. Ömer devrinde İslama girdikleri bilinen tarihi bir gerçeklik. Makalede ise "dört buçuk asırdan beri vahdet-i İslamiyenin hadimleri" oldukları yazılıyor ki bu tarihten önceki yüzyılları dışlayan bir okuma sorunludur.

 

Yine; Kürdlerin, Ermenilerle değil de Arap kavmiyle tarihi yakınlıklarına vurgu yapılmasına ihtiyaç duyulması ilginç olmuştur.

 

Hem; Paris Barış Konferansında Şerif Paşa ile Boğhos Nubar'ın ne yaptıkları açıklığa kavuşturulmadan hatta anlaşılmadan protesto edilen teşebbüs hakkında;

 

"akd edilen mukavele, mahut muhtıra, mahut beyanname" diye üç farklı isimlendirilmede bulunulup sonra da;

 

"Seyyid Abdülkadir Efendi’nin beyanat-ı malumanesine gelince, bu hususta şimdilik bir şey söyleyemem. Bununla beraber, bu beyanatın tahrif edilip edilmediğini bilemiyorum." denmesi konuya vakıf olunmadan yazının telaşla kaleme alındığını gösteriyor.

 

Hem; Nursi'nin altı bin küsur sayfalık tüm külliyatı araştırıldığında bu makalede geçen

 

"Hakiki Kürd", "Hakiki Müslüman", "Devlet-i âliye" gibi tabirleri kullanmadığı görülecektir.

 

"Ermenilerin maksadı, Kürtleri aldatmaktan başka bir şey olamaz."

 

"Kürd ve Ermeni davası"

 

"Kürtlük dâvâsı pek manasız bir iddiadır."

 

"Kürtlük namına söz söylemeye salâhiyettar olmayan beş-on kişi..."

 

"Aklı başında olan hiçbir Kürd"

 

"Bunlar da kimlerdir? … bir-iki kulüpte toplanan beş-on kişi!" gibi pejoratif sözleri es geçiyorum.

 

"Kürtlük namına söz söyleyecek, ancak Meclis-i Mebusan-ı Osmaniye'deki mebuslar olabilir."

 

"Kürtlerin serbestiyet-i inkişafını düşünmek lâzım gelirse bunu Boğos Nubar’la Şerif Paşa değil, Devlet-i Âliye düşünür."

 

Görüldüğü üzere çelişkilerle malûl metnin bir yerinde Kürtlük davası pek manasız bir iddia olarak geçerken yazının başka bir yerinde Kürd-Ermeni davası, diğer bir yerinde de Kürtlük namına söz söylenmeliymiş ama bunu Osmanlı Meclisi’ndeki milletvekilleri yapmalıymış. Yani; Kürdler adına söz söyleyebilecek yetkinlikteki kurumun, Osmanlı Mebusan Meclisi olduğu vurgulanmış. Hâlbuki; Osmanlı Mebusan Meclisi en son 12 Ocak 1920'de toplanabilmişti. Makalenin yayımlanma tarihi olan 17 Mart 1920'den hemen öncesinde 16 Mart'ta İngilizlerin işgaline uğrayıp 11 Nisan'da da feshediliyor. O tarihlerde İstanbul'dan hiç ayrılmayan Nursi’nin, feshedilmesi an meselesi olan ve Kürdlere dair ciddi bir talebi olmayan böyle işlevsiz bir kuruma niçin ümit bağladığı dahası onu niçin Kürdlük namına söz söylemeye salahiyettar görmek istediği gerçekçi olmayıp en azından izaha muhtaç bir konudur.

 

Yine makalenin bir yerinde; "Kürdlerin camia-i İslamiyeden ayrılması", başka bir yerinde; "İslamiyetten ayrılması" denmiş. İkisi çok farklı.

 

Hem;

 

"Bunlar, Kürdleri İslamiyet’ten koparacaklar" gibi akla ziyan bir endişeden sonra; "Bunlar da kimmiş? Bir-iki kulüpteki beş-on kişi" denip aynı kişiler bu defa da hafife alınmışlar. İsim verilmeden yerilen kulüp ise kurucuları arasında Nursi'nin de bulunduğu Kürdistan Teali Cemiyeti'dir. Sonraki yönetim kurullarında yer almasalar bile Nursi'nin, Müküslü Hamza ve Motkîli Halil Hayali ile beraber 17 Aralık 1918 yılında amaçlarını siyasal olmaktan çok, sosyo-kültürel bir Kürdlüğe hizmet etmek olarak belirleyip KTC'yi kurduklarını biliyoruz.

 

Diğer bir tabirle Nursi, kurucusu olduğu saygın bir derneği bu üsluptan yerden yere vurup kendisiyle bu derece çelişmeyeceği açıktır.

 

1920 Mart'ında yayımlanan söz konusu makalenin tümünün kritiği üzerine sonuç olarak;

 

O devrede siyaseti de terk eden Bediüzzaman'ın (bknz. Sünuhat) kaleme alabileceği bir yazı olmayıp belki; Paris Barış Konferansına giden Kürd diplomat Şerif Paşa ve KTC'nin en azından bağımsızlık isteyen (İngiliz mandasında olsa bile) kanadı aleyhinde siyasi kaygılarla kaleme alınmış, derinliği olmayan manipülatif bir yazı olduğu ortaya çıkıyor.

 

Bediüzzaman; bırakalım topyekûn bir toplumu savaş yıllarında Ruslara destek çıkan Ermeni fedailerini bile "düşman" olarak kodlamamıştır. Savaş yıllarında katıldığı her iki cepheye dair eserlerinde aktardığı iki anekdota baktığımızda O'nun, Ermenileri değil, Rusya’dan kalkıp ta Erzurum, Wan ve Bitlis'e kadar gelip saldıran Rus ordusunu "öteki" olarak ilan ettiği görülecektir.

 

"Eski Harb-i Umumî'de Pasinler Cephesinde şehid merhum Molla Habib'le beraber Rusya'ya hücum niyetiyle gidiyorduk...

 

Hem Bitlis muhasarasında ve avcı hattında Rus'un üç güllesi öldürecek yerime isabet etti." (Emirdağ-2)

 

Sonradan esaret yıllarına değinen Nursi'nin, Rusları Kemalist sistemden çok daha özgürlükçü bulduğunu ifade ettiği Mektubat adlı eserinin aynı yerinde Ruslar'ın kendisine hangi gözle baktıklarını da yazmış.

 

"Halbuki Ruslar, beni Kürd Gönüllü Kumandanı suretinde, Kazakları ve esirleri kesen gaddar adam nazarıyla bana baktıkları halde, beni dersten men'etmediler." (16. Mektub)

 

Anlaşılacağı üzere; Ruslar bile O'nu, bir Ermeni düşmanı olarak kodlamamışlardı.

 

Savaştan sonra mütareke döneminde ise Bediüzzaman'ın yine Ermeni Toplumunu değil, halifeliğin merkezi olan başkent İstanbul'u fiilen işgal eden emperyalist İngiliz devlet ve siyasetini lanetlediğini biliyoruz.

 

Dahası; esaretten sonra 1924 yılında, İstanbul'dan Van'a dönüşünde çok değer verdiği binler yıllık tarihi Wan Kalesini ve onun dibindeki Horhor Medresesini ziyaret eden Nursi, bir taraftan eski talebe ve dostlarını hasretle yad ederken diğer taraftan şehri de temaşaya dalar. Kendi medresesiyle beraber diğer tüm müslüman mahallelerinin -Ermeni mahallesi hariç- Rus istilasında Ermeniler tarafından yakılmış olduğunu fark eder. Gözyaşlarına hâkim olamayan Nursi'nin bu duygusal, hazin hatıratında bile Ermenilere öfkelenmeyip en ufak bir serzenişte bulunmadığını ve o firkatli levhayı bir "Rus belası seli" olarak tanımladığını (Bkn; 26. Lema) görürüz.

 

Bununla birlikte herhalde fotoğrafın eksik karesi de tamamlanmış oldu.

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Muhammed Salar Arşivi