Türkler Baş, Kürtler Gövde mi?

Bediüzzaman, Kürdlerin Türklerle ittihadının lüzumuna vurgu yaptığı aynı zaman diliminde Kürdlerin Ermenilerle ittifakını da tavsiye etmiştir.

"Ey hamallar!

Mahasıl: Türkler bizim aklımız, biz de onların kuvveti; mecmuumuz bir iyi insan oluruz. Hodserane yapmayacağız. Bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz. İyi evlad böyle olur. Hem de istibdat zamanında bir batman itaat etmiş isek, şimdi bin batman itaat ve ittihad farzdır. Zira şimdi sırf menfaati göreceğiz. Çünkü hükümet-i meşruta, hakiki hükümet-i meşruadır." (Nutuk, İctimai Reçeteler)

Çokça eleştiri alan yukarıdaki ifadeler, 1908 yılında Bediüzzaman'ın İstanbul'daki Kürd hamallarla yaptığı ünlü söyleşisine ait.

Kürtlerin yükselen siyasal istemlerini yeri geldiğinde bastırmak için istismar edilen bu cümleler, ulusalcı ve solcu Kürtlerce hoş karşılanmazken, Türkçülükle malûl Nurcu çevreler bu demeçten Kürd'ün Türk'e biatını emreden ilkesel bir tutum çıkarırlar. Öyle ki hızını alamayan bu statükocu kesimler Nursi'nin ağzından;

"Bu milleti Türkler idare etmiş, bundan sonra da Türkler idare edecek!" (Şahiner, Son Şahitler) şeklinde abuk-sabuk cümleler türetmekte herhangi bir sakınca görmezler.

Vakt-i zamanında Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı Başkan Yardımcısı olan, Zaman gazetesi yazarı ve çözüm sürecinin akîl insan grubundan Cemal Uşşak da Nursi'nin söz konusu beyanından Türklerin kumandan, Kürdlerin nefer sayıldığı askeri bir emir-komuta hiyerarşisi çıkarmıştı;

"İslam milleti bir ordu; o ordunun kumandanı Türkler; Kürtler ise o ordunun haysiyetli neferleridirler."

Fırat Aydınkaya ise daha ileri giderek Seîdê Kurdî'nin sözkonusu beyanatından adeta bir köle-efendi diyalektiği çıkartabilmiştir;

"Nursi, Kürt hamallara verdiği nutuktan başlayarak "seçilmiş Müslüman Türk" mitini değişik zamanlarda dillendirerek bu tarz bir hiyerarşiye vurgu yapmıştı. Örneğin hamallara verdiği söylevde Kürtleri, Türklerin (Osmanlının değil) kullanışlı organları, Türkleri ise vücudun ana organı olarak tasvir ederek tıpkı seçilmiş İsrailoğulları mitolojisi gibi bir mit inşa ederek "seçilmiş Müslüman Türk" imajını ortaya koymuştu. Üstelik bunu ayetlerle de destekleyip bu "üstün ırk" teorisinin teolojik delillendirmesini de yaparak işi sosyal veya siyasal bir muhayyileden dini alana taşımıştı…" (Bediüzzaman'ın Hançeri s.292)

Farklı algılamalardan olsa gerek Osmanlı'nın İkinci Meşrutiyet devrinde savunulan Kürd-Türk birliğinde Türklerin akıl, Kürdlerin kuvvet olarak ele alınmasından dönemin kimi Kürd siyasal aktörleri de hoşnut olmamış ve Seîdê Kurdî'yi;

"Kürdlerin içerisinde Türklerin amirliğini, reisliğini sağlamaya çalışan kişi!" olmakla itham etmişlerdir.

"Yahu bu güzel hakaiki eğer fehm etmişsen, bak ne pis teville rağbet-i umumiyeye karşı sed çekmişler. Şöyle:

Güya ben, Kürdlerin ve ittifakında başkasının bey'liğini intac edeceğim gibi kelimat-ı lâya'kılane ile kıymet-i zatiyelerini gösterdiler…" (Nutuk, İctimai Reçeteler-Dersler)

Nursi; bugün gibi o zaman da kimi çağdaşları tarafından yanlış anlaşılmasından muzdarip olup kendisine yapılan haksız eleştirileri; "akılsızca kelimelerle yapılan pis yorumlar" olarak nitelendirmiştir.

Peki; hukukta eşitlik-takvada üstünlük gibi Din'in temel kriterlerini çiğnemek suretiyle "üstün ırk" teorisine dini dayanaklar üretmeye çalışmak gibi bir saçmalığa tenezzül etmeyeceği apaçık olan Nursi'nin bu sözlerini bağlamından koparmadan nasıl anlamak gerekir?

Öncelikle; Nursi, sözü edilen tespitlerinde Türkleri baş, Kürdleri de gövde şeklinde betimlememiştir. Metin açık ve metnin yazarı, Türkleri bir vücudun ana organı mesabesinde olan kalp veya baş, Kürdleri de yeri geldiğinde kesilip atılabilen el-ayak gibi uzuvlar-tali organlar olarak değerlendirmemiştir.

Daha da açıklarsak; tartışmalı metni, anatomik-fizyolojik bir okumaya tabi tutmak mümkün olmadığı gibi metnin anlam terazisine siyaset sosyolojisini dışlayacak, konjonktürü gözardı edecek sabit bir ilkesel yargı yüklemek de mümkün değildir. Burada Nursi; meseleyi baş-gövde basitliğine indirgemeden akıl ve kuvvetin gerekli olan yardımlaşmasından "bir iyi insan" çıkacağını savunuyor. Bir ahlâk figürü olarak İyi İnsan; başı gövdesi yerinde olan canlı bir organizma anlamına gelmez. Belki; güçsüz aklın mağlup, akılsız gücün ise faydasız kalabileceği gerçeğinden hareketle iyilik timsali bir insan olabilmek için akıl ve kuvvetin yardımlaştığı ahlâkî bir vasata işaret ediyor.

Anlaşılan; devr-i istipdattan sonra Meşrutiyet yıllarında iki halkın ama fazlasıyla da Kürtlerin yararına olmasını umduğu bir strateji, fonksiyonel-konjonktürel bir dil geliştiren Said-i Nursi diyor ki; Türkler ihtiyarladı, kuvvetleri azaldı ama bununla birlikte akılları, tecrübeleri de arttı.

Biz Kürdlerin ise kuvvet ve cesaretimiz olup bunu akıllıca kullanmıyoruz. Hatta öyle ki kuvvetimizi, cesaretimizi birbirimize harcayıp zayi ediyoruz. Şimdi; Hürriyet ve Meşrutiyet'in ilanını da fırsat bilip Türklerle ittihad edeceğiz. Yani; istipdat ve despotlukla idare edilmemize rağmen zamanında biz Türklere çok ücret verdik, sahada, cephelerde hep yanlarında durduk, savaştık. Şimdi istipdat yıkıldı; barış, hürriyet ve özgürlükler devrine girdik. Daha Türklerle zıtlaşıp kavgaya tutuşmanın bir anlamı yok, onların siyasî tecrübelerinden istifade edelim. Gücümüzü birbirimize kırdırtmak yerine onlara hediye edelim…

Türklerin de avukatlığımızı yapıp bizi her platformda savunmak gibi ahlâkî bir sorumlulukları var. Çünkü; her sıkıştıklarında biz Kürdleri yanlarında bulmuşlar. Şimdi; yeni meşruti idare Türklere borçlarını ödemek için bir fırsat sunuyor. Yol, mektep, fen bilimleri, Kürdçe dilinde eğitim gibi hizmetlerle Kürt Kamuoyuna hizmet etsinler… Diyor.

Nursi, Kürd hamallara verdiği bu söylevdeki ifadelerine aynı dönemde İstanbul'daki Kürd Kulübünü değerlendirdiği ünlü bir makalesinde açıklık getirmiştir.

"Bize lazım: Türklerle -ki, güya mazlumiyetle zayi olan eski şanlı kuvvetleri akıl ve marifetlerine inzimam etmiştir.- ittihad edeceğiz. Onlar bizi müdafaa etsin. Zira onlara çok ücret vermişiz." (age.)

Hem Nursi; bazıların zannettiği gibi bu ittihadı, İslâm Birliği idealini gerçekleştirmek veya Osmanlı' nın bekasını temin etmek için de savunmuş değildir. Çünkü; Bediüzzaman, Kürdlerin Türklerle ittihadının lüzumuna vurgu yaptığı aynı zaman diliminde Kürdlerin Ermenilerle ittifakını da tavsiye etmiştir.

"Amma, komşularımız ve bizi teyakkuz ve terakkiye sevkeden Ermenilerle kemal-i memnuniyetle dost olup elele vereceğiz." (Divan-ı Harb-i Örfi, İctimai Reçeteler I)

Sonuç olarak;

Ayet-hadis gibi dini metinleri ezilen sınıf ve ulusların zararına, egemenlerin de çıkarına olacak şekilde yorumlamak nasıl ahlâksızlıksa,

Said-i Kürdî'nin bu minvaldeki metafor ve tespitlerini iyi analiz etmeden dar ve yüzeysel bir bakış açısı ile, Kürdlerin siyasal statü gibi millî arzularının üstünde Demokles'in kılıcı gibi tutmak da ahlâksızlıktır.

Dahası; sosyo-siyasal bir manevra kabilinden sayılabilecek bir tavsiyeyi tarihsel koşulları ve dönüşümleri dikkate almadan ondan egemenlerin çıkarına ve hoşuna gidecek ilel-ebed geçerli bir fıkıh-hukuk kuralı ihdas etmeye çalışmak uydurmasyonun daniskasıdır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi