ayşe düzkan
beş dakkada değişir bütün işler
roland barthes’a atfedilen çok veciz bir söz var: "faşizm susma mecburiyeti değil, söyleme zorunluluğudur." izninizle minik bir itirazda bulunacağım. bence faşizm, sermayenin belli bir kesimine dayanan, belli bir biçimde organize olmuş baskı rejimlerine verilen isim ve bu cümle ondan ziyade her türlü baskıyı tanımlıyor; şöyle demek daha doğru sanki: "baskı sadece susma mecburiyeti değil, aynı zamanda söyleme zorunluluğudur." bunun çeşitli biçimleri var, tabii.
mazhar alanson’dan söz edeceğim.
önce mazhar-fuat olarak tanıdık, sonra son derce yetenekli bir müzisyen olan özkan uğur katıldı ve üçlü türkçe popun en güzel şarkılarından bir kısmını armağan etti bize. favorim new york sokaklarında ve yalnızlar garı’dır ama ali desidero’nun yenilikçiliği ve mizahı da unutulmaz. mazhar alanson’a da yakışan bir şarkı, azıcık tepeden, alaycı ama derin bir yanı bulunduğunu hissettiren bir adam. onun ruhuna çok şey kattığı mfö, türkü söylediğinde bile şehirliydi, şarkı sözlerinde şehir, şehre mahsus aşklar, birden fazla sevmeler, epeyce rock’n roll unsur oldu hep. tabii ki sistem dışı değil ama bize evlenip iki çocuk yapmayı ve hafta sonlarını kayınlarla geçireceğimiz, –daha avm’lerin olmadığı zaman- ölesiye sıkıcı hayatlar öneren bir ideolojik iklimde ve o evliliklerin temelini atacak aşkları anlatanların arasında, hüznü, insana dair daha derin şeyleri anlatan, farklı hayat tarzlarının mümkün olduğunu hissettiren sözler. bence rock’n roll da bu aslında zaten, herhangi bir şeyi sorgulamaz ama başka bir hayat tarzının mümkün olduğunu düşündürür.
mazhar alanson’un manevi bir dünyası olduğunu, tasavvufa ilgi duyduğunu eskiden beri bilirdik. son zamanlarda kendini bir müsamereye dönüştüren, uzun zaman islami çevrelerin gözdesi olmuş ismet özel’in solculuk zamanlarından kalma başyapıtı mazot’un bir kısmını bestelemesi falan bu bilgiyi perçinledi ve kimsenin canını sıkmadı.
daha önce de yazdığım bir şeyi, düzenli okurlarımı sıkma pahasına tekrar edeceğim. eseri sanatçıdan bağımsız ele almaktan yanayım, o şarkılar, severek dinlediğimiz, hayatımıza eşlik etmiş bütün şarkılar sadece müzisyenin değil, bizimdir de biraz. (müziğin dilinin farklı olduğunu, şarkıların sözlerinden bağımsız anlamlarının bulunduğunu da düşünüyorum ama bu ayrı bir konu.) misafirler için açmışsınızdır bir parçayı mesela, o sofrada tanışan bir çift unutmaz. radyoya istek yaparsınız, biri en zor zamanında dinler, iyi gelir. sonra belki bir kadın, kendisine kabadayılık taslayan sevgilisi için, "aynı ali desidero" diye düşünür, şarkı çoğalır, bizim olur işte. yeter ki müzisyen kendi yaptığı işin hakkını versin, ona sahip çıksın.
mazhar alanson ya da mfö, şarkılarını reklamlara vererek aksi yönde ilk adımı attı. bakın, bir parçanın herhangi bir reklamda arkada çalması başka bir şey, sözlerinin değiştirilip kullanılması bambaşka. yeni nesillerin parçayı o sözlerle tanıması demek bu mesela. evet, yandım yandım’a geleceğim.
popüler sanat yapan ünlülerin hayatlarındaki ayrıntıları gizlemeleri özel bir çaba gerektiriyor, çoğu da bunu gösteremiyor. o yüzden, mazhar alanson’un, 40’ını aştığı bir dönemde, evliyken, gençlik aşkı biricik suden’le karşılaştığını, ona âşık olduğunu, eşinden ayrılıp onunla evlendiğini, sonraki yıllarda onun tasarımlarını sahnede giydiğini, ona şarkılar yazdığını biliyoruz. yandım yandım, başka birçok şeyin yanı sıra, bir orta yaş aşkını anlatmasıyla ayrıksı türkçe müzikte, "hâlâ hoş bir havan var, ne güzel adın" der mesela, "bana yeniden şarkılar söyleten kadın" der. gençliğe mahsus addedilen, bir daha olmayacak sanılan bir şeyin beklenmedik bir anda gelme ihtimalini, iki olgun insanın aşkını anlatır ki izninizle bunun, bir erkeğin, çocuğu, torunu yaşında bir kadınla birlikteliğinden farklı olduğunu hatırlatacağım.
mazhar alanson, türkçede, şairliğe en çok yaklaşan söz yazarlarından biri ve birçok şairin başvurduğu bir tekniği kullanarak her dizeyi farklı bir anda, farklı duygularla yazıyormuş. olabilir. ama rica ederim, bir ya da birkaç dizesi, bırakın kâbe için yazılmayı, kâbe’de gönlüne doğmuş olsa bile, bu şarkı bir aşk şarkısı işte. bu açıklamayı, farklı açıklamaları, hangi yıl, nerede yapmış olursa olsun.
gelelim biricik suden’e, memur bir anne babanın kızı ama bir akrabanın mirasını bırakmasıyla, servet sahibi olmuş bir kadın deniyor çeşitli kaynaklarda. birden fazla evlilik yaptığına, istanbul’un ve kendi güzelliğinin keyfini sürdüğüne, magazinden şahidiz. bu konuda bir şey demek aklımdan geçmez, umarım eğlenmiş ve mutlu olmuştur. ama, karşıma çıkan kadın düşmanı sözlerini tahammül edilmez buluyorum: çokeşliliği savunan sibel üresin’e, "senden 3-5 tane alınca ancak bir kadın ediyor, haklısın" demesi mesela, galatasaraylı olduğu için bir maçın ardından, "bjk’lılar dekolte giyinmişler, bizim suçumuz yok" yazması ya da. gerçekten berbat. bu lumpen cinsiyetçilik konusunda mazhar alanson’la uyum içinde oldukları söylenebilir, o da bir programda bir kadın için "kaşar" demişti. ve bu kafalarla bırakın tasavvuf düşüncesinin, yoga pratiğinin bile bağdaşmayacağını görmek için ilahiyat bilgisine gerek yok. biricik suden bir süredir siyasetle ilgileniyor, akp içinde çalışıyor, ramazan programlarına çıkıyor, tasavvuf programı falan yapıyor. buna da denecek bir şey yok, insan hayatının farklı zamanlarında farklı tercihler yapabilir. ancak tasavvuf üzerine konuşmaya ehil onlarca, yüzlerce kişi içinde onun seçilmesi sebepsiz değil diye düşünüyorum.
biricik suden de, mazhar alanson da tabii ki zorla konuşturulmuyorlar. onlarda bunu yapma ihtiyacı uyandıran onlarca ilişki, denge var. ama onların konuşturulması ideolojik hegemonyayla ilgili, kendinden olmayana kendi sözünü söyleterek kurulan hegemonya. dengeler değişir değişmez yıkılacak kâğıttan bir şato. ama bir karton yığını olarak zihnimizde hep kalacak, hiç kaybolmayacak.
ünlülerin, toplumun siyaset dışı sebeplerle sevdiği, benimsediği insanların böyle dönemlerdeki rolü burada bence. susma hakkını mı kullanacaklar, söyleme mecburiyetine mi teslim olacaklar? canı, çocuğunun aşı tehlikede olanı anlarım da…