ayşe düzkan
bildiğimiz bolşevikler mi?
kumru başer arkadaşım, twitter’da "referanslar ağladı" diyerek konuyu gayet güzel özetledi aslında.
"eski solcu", birkaç kuşağı kaplayan bir fikir ve ruh hali olarak birçok yerde karşımıza çıkıyor; sosyalizmden umudunu kesmiş bile olsa, referanslarının çoğu sosyalist sistemin kuruluş ve/veya yıkılış süreçlerine dair olan bir fikir dünyası bu. sosyalizmin tarihine yönelik tartışmaların zaman zaman, bizi günümüzün ağır gerçeğinden uzaklaştırmanın bir aracı haline geldiğini düşünsem de, inanıyorum ki, tarihsel süreçlere ilişkin bütün yorumlamalarda gerçeklik ve haklılık payı var ve bu tartışmayı bir entelektüel çabanın ötesine götürebilmekte hepimiz için fayda bulunur. şu da var tabii, herkes, dünyanın ve ülkenin tarihini, her biri ayrı ayrı değerli olan kendi kişisel maceralarının çerçevesinde okuyor ve buna kimsenin bir diyeceği olamaz.
fakat yine de, bir partinin çoğunluğunun –eğer bir tarihsel referans verme ihtiyacı hissetse- alman nasyonal sosyalist partisi’ni hatırlayacağı bir olguyla ilgili, o partinin bir temsilcisinin rus sosyal demokrat işçi partisi’ni hatırlaması, kabul edelim ki belli bir tuhaflık arz ediyor. biliyorum, çoğulculuk, biliyorum bileşenler, biliyorum birey şeyi (hukuk kelimesini çarçur etmediğim için bana gücenmeyeceğinizi umuyorum)… ama yine de, temsiliyet adını verdiğimiz şey, geniş tabanla temsilci arasında bir tür benzerlik, bir tür bütünlük, bir tür tutarlılık gerektirmiyor mu?
partinin çoğunluğu, bugünün baskı koşullarında ağırlıklı olarak demokrasiye dair talepleri benimsiyor, öne çıkartıyor. bu, aynı talepleri politik bakış açısının ve faaliyetinin merkezine alan arkadaşlarımızı öne çıkartıyor. ama yine de, partinin tabanının ve politik belgelerinin tek adam rejimi olarak tanımladığı bir olguyu, geçen yüzyılın tarihinde, el yordamıyla da olsa, iyi kötü, bir tür adil temsiliyet ve demokrasi arayışı olarak da tanımlanabilecek bir süreçle benzeştirmek, -doğru ya da yanlış olması bir yana- bu partiyi temsil ediyor mu?
bu partinin tabanı ve seçmeni, aynı demokrasi arayışı ve muhalif basının tercihleri sebebiyle, ekonomik meseleler denince örneğin sendikalaşma hakkına yönelik kısıtlamaları, kıdem tazminatına yönelik saldırıları değil, sarayın harcamalarını aklına getiriyor olabilir. oysa meselenin temelinde yolsuzluk ve israftan çok daha derin sonuçları olan bir değişim olduğunu görmek zor değil. diğer yandan karşımıza devletin bekasının her şeyin üstünde olduğu riyası dikiliyor da olabilir. ama bunun, devletin, kamu hizmeti işlevini tamamen unutturmaya yönelik bir çaba olduğunu görmek zor değil. bütün bunların karşısında, devletçilikle kamuculuğu bir tutacak, birbirine karıştıracak ifadelere başvurmak iyice riskli değil mi?
ya da şöyle diyeyim, devletin üstünlüğü fikrini, temel insani ihtiyaçları parasız karşılamaya çalışmış, iyi kötü becerebilmiş bir kurucu iradeyle, tarihte bunu denemiş ilk kurucu iradeyle bir tutmak insaflı oluyor mu?
bütün bunları partiye ya da bir vekile düşmanlık beslemek için kullananların olduğunun farkındayım. ama parti fikriyatının bu şekilde çarpıtılması karşısında hayal kırıklığı yaşayanlar arasında üyeler ve dostlar olduğu da ortada. mesele tabii ki bizlerin düşünce ve duyguları değil, programın ve temel metinlerin temsili, bu sizce de her şeyden önemli değil mi?