Fadıl Öztürk
Bilmesinler...
Normal bir günde, normal bir insan gibi uyanıyorum yeni güne. Çay, kahve, kahvaltı, haberlere göz atmak vesaire. Cami hocası olmadık bir anda başını balkondan evimizin ta içine uzatır gibi bir cenaze için sala veriliyor. Yaşam yerine ölüm giriyor sabahımızın içine. Sebebi, indireni, kaldıranı, defin edeni, ortada bırakanı olmasak da boynumuza asılıyor her ölüm. Bizden izin istemeden sokaktaki gürültü giriyor açık penceremizden evimizin içine. Hep akar gibi dururken musluklar, sular kesiliyor birden, bilmediğiz bir nedenle. Kapıyı çalmadan giriyor evimizden içeriye bir huysuzluk, asla beslediğimiz bir mutsuzluk değil. Sevdiğimize severek bakmayı alıyor gözlerimizin içinden, onun için kuracağımız bir cümleyi atıyor çok geriye. Yüzümüz asılarak yüz olmaktan hızla çıkıyor.
Birini beklemediğimiz bir anda kapı zilimiz çalıyor, devletin çaldığından da uzun. ‘Kim o?’ sorusuna asla cevap vermiyor, tek tek bütün zillere basmış oluyor elektrikçi ya da postacı. Küfür aklımızda hızla örgütlenip dudaklarımıza kadar geliyor, göğsümüz kalkıp iniyor. Sinirimiz çocuklar gibi tepemize kadar çıkıyor da inmiyor bir türlü. Cezaevinde değil de evimizdeymişiz neye yarar, içerisi dışarısını dışarısı içerisini aratmıyor bir türlü.
Televizyonu açmıyoruz da sanki cehennemin kapısını açıyoruz, bütün zebaniler ekrandan oturduğumuz odanın içine doluyor birden. Televizyonun kumandasında cehennem kanal kanal. Onların sesi bize ulaşarak işgal ediyorken bizim sesimiz oturduğumuz odadan çıkmıyor dışarı, bırakın onlara ağız dolusu sayıp dökmeyi. Hayvan kanalına geçiyoruz alelacele, karnı doyunca İsmet İnönü gibi keyif uykusuna dalıyor yırtıcı aslan. Bir tehlike anında şempanze ceylanları uyarıyor. Birbirinin etini yemeyen ot oburlar da var. Hiçbiri insanları aklımıza getirmiyor, leş kargaları dışında...
Bu yaşadıklarımız bir gün, bir mevsim, bir yıl değil o gün doğan çocuklar şimdi 18 yaşını bitirecekler. Belki askere alınacak erkek çocuklar, kızlar taciz ve tecavüze açılan kapı aralığından bakacaklar hayata. Annelerinin onların sofrasına koydukları yemekle değil, tedirginlik ve şüphe ile beslenecekler. Çok sevildikleri için ya da karşılık vermedikleri için vurulacaklar ya da gökdelenlerden aşağı atılacaklar. Bırakın kız çocuklarını, hayat bütün çocuklara cehennem olacak belki de. Ahh öldürüldüklerinde varlıklarından haberdar olduğumuz çocuklar ahh...
Askere alınmış çocuklar girdikleri bir çatışmada belki bir Kürdü vuracaklar, belki de kendileri yaralı ve ölü sayılarından ibaret olacaklar. Doğup büyüyerek yaşadıkları gecekonduya kocaman bir bayrak asıldığında anlayacağız onun bizden bizim ondan olduğumuzu. İçimizde duyduğumuz acıyı hiçbir bayrak örtmeyecek. Sağ dönse de bir savaştan ekmek parası için belki de polis olup bir hak arama gösterisinde karga tulumba göstericileri araçlara atacak ya da bir gencin kanı bulaşacak onun ellerine. Elleri kanlı büyüyecek, eve getirdiği ekmeği kanlı...
Bütün bir toplum olarak kirletildikçe kirletildik, iyi bir şeyi bulunca onu yaşamak yerine çocuklarımıza bırakmak için sandıklarda saklar hale getirildik. Elimizde kalan hayatımız dağılmış bir pazar yeri gibi yerlere saçılmış olsa da; yine yoksul besleyen yaralı bir domates, acısına yaslanarak yerde uzanmış bir biber, kurduna hayat vermeyi umut eden bir elma çürüğüyüz her birimiz.
Üstümüze gün doğup gün battığına bakmayın, umut etmekle bir günü diğerine bağlayarak kendimizi hayatta tutuyoruz. Ellerimiz birbirimize yetişmese sesimizle, sesimizin ulaşmadığı zaman yazarak, çizerek, sokağa çıkarak ulaşıyoruz birbirimize. Çoğumuz üyesi olduğumuzu bile bilmediğimiz devletin bizi üyesi saydığı ‘Terör Örgütü’ üyeleri olarak birbirimizin çaresizliği değil el yordamıyla çaresi olduğumuzu öğrendik.
Uzun sürdü bu öğrenmek, ayakkabılarımız eskidi. Yalın ayak yürüyerek çatlamış ayak tabanlarımızdaki acıdan geçirerek öğrendik. Bir deniz kıyısından, bir dağın yamacından ülkemize uzun uzun bakar gibi geleceğimize günlerden giysi biçip diker gibi bakıyoruz. Işıktan kamaşan gözlerimizle göz kenarlarımızda kırışıklık biriktirerek öğrendik. Kolay olmadı düşmüş kollarımızı kaldırıp birbirimize uzatmak, konuşur gibi el ele tutuşmak. Avuçlarımızın birer kuş yuvası, parmaklarımızın birer serçe gibi birbirine konup uçması çok zaman aldı/alacak...
Şimdi defalarca yıktıkları evimizin temellerini yeniden atarken, her birimiz bir yıkıntı üstünde olmayan mutfağımızda yemek hazırlıyoruz. Ölmüşlerimizin adına da birer tabak koyuyoruz soframıza, daha duvarları yükselmemiş odamızın tam ortasına. Dışarıdan bakıldığında her biri öldürüldüğü yaşta kalıp hiç büyümeyen çocuklarımız yanımızda yokmuş gibi bizi eksik sayıyorlar hayata. Tabak, kaşık ve çatalların, suyun ve su bardaklarının dilleri; bizim acısız geçen bir günümüz olmadığı için susarak hayatı kabullendiğimizi sanıyorlar. Çatısı olmayan evlerimizde, gökyüzünün altında gece kendimizin yontarak gündüzleri yaptığımızı bilmiyorlar. Bilmesinler...