Fadıl Öztürk
Bir kadının gözüyle...
8 Mart Dünya Kadınlar Günü'nde cezaevinde yatan ve cezaevinde sevdiklerinin yolunu gözleyen kadınlara ithafen... Cezaevinde yattığımda en sıkı mektup arkadaşım olan kız kardeşim Gülcan Öztürk Uçar’la anılara yolculuk, hiç dokunmadan, olduğu gibi...
"Çocukluğumu güneşli bir yaz günü abimin beni fotoğraf çektirmek için köyden Elâzığ’a götürmesi olarak hatırlıyorum. Okula kaydımı yapmamız için vesikalık fotoğraf çektirmeye götürürken, dağınık olan saçlarımı özenle toplayıp bağlamasını ve saçıma taktığı şifonun mor rengini hiç unutmadım...
Sonrasında kirvemiz Binali abi ve Güler ablanın bir antre bir mutfak ve bir odalı evlerinde kiracı olduğumuz, güzel küçücük evimizi hatırlıyorum. Annemin hepimize hissettirdiği güçlü sevgisi ve yedi kardeş olarak kalabalık oluşumuzdan dolayı dışarıdan arkadaş edinmeye ihtiyaç duymadan o evde yaşamayı da bir fotoğraf gibi hep beraberimde taşırım...
Bir ara Fadıl abim ortadan kaybolmuştu. Baraj inşaatlarında çalışmaya gittiğini bilmeden kimseye değil merakla kendime sorup duruyordum. Bir sabah annem ‘Abiniz geldi’ müjdesiyle uyandırdı, bize süzme bal ve yeşil zeytin getiren abimle eksikliğimiz tamamlanmıştı. O evimizin mutfağına serdiğimiz babamın kürsüde bizlerin yerde oturduğumuz sofrada oturmamızın sıcaklığı hala içimi ısıtır...
Geçmişi düşündüğümde, Sako Mahallesinde bodrum katındaki geniş ikinci evimizde buluyorum kendimi. Eski mahallemizden bir mahalle ileriye, çarşıya daha yakına taşınmıştık. Zeynel abim hem okuyor hem de çalışarak evimizi dayayıp döşüyordu. Sevgiyi annesinden öğrenmiş kardeşler olarak iki abimizi de çok seviyorduk, onlar da bizi. Bodrum katta fazla kalmadan o binanın boşalan üst katına, gün yüzüne taşınmıştık.
Bir son bahar günü dedem midesi ağrıdığı için Elâzığ’a gelmişti. Dedem biz torunlarının sırtını yasladığı dağdı. Doktorlar dedemin hastalığına bir çare bulamadılar. O hastalık sırasında dedem babamı yanına çağırarak ona ‘Benim durumum belli, bugün varım yarın yokum. Fadıl’ımın gittiği yol doğru yoldur ona sakın karışmayasın’ vasiyetinde bulunmuştu. Günden güne eridi dedem, canlı çıktığı köyümüze ölüsünü götürmüşlerdi.
Fadıl abimin arkadaşlarıyla girişteki misafir odamızda zaman zaman toplantı yaptıklarını hiç unutmuyorum. Biz onlara yemek, çay servisi yapar, kalacaklarsa yataklarını serer, yataklarını toplardık. Çok üşüdüğü için hep sobanın dibine oturan, güler yüzlü Şişko hocayı (Yaşathak Aslan) ve paltolu, yüzü hiç gülmeyen, hiç konuşmadan gelip giden Sessiz hocayı da (Merih Cemal Taymaz) çok iyi hatırlıyorum. Okuduğum Elâzığ Atatürk Lisesinde matematik öğretmenimiz Adil Hacıbaloğlu’nun üstünde annemin abime diktiği gömleği görünce abimle arkadaş olduklarını kendimden başka hiç kimseye söylemedim. Boksör Ali’yi, Gavur Ali’yi, Niyazi abiyi, İmam abiyi, Celal Karaduman abiyi, Ali Asker’i, Metin Can’ın abisi Düzgün Can’ı, Celal Mengüç abileri tek tek hatırlıyorum.
Sonrasında evimiz gözetlendiği için toplantıları bizde yapmadılar. Arada bir abim arkadaşlarıyla eve gelirdi, onlar yemek yerken biz kız kardeşler balkon ve pencerelerde gözcülük yapardık. Polis ekipleri görününce biz anneme annem abimlere haber verirdi. Bu durumlarda Nazım Doğan abi ikinci bir kaşık ister iki elinde birer kaşıkla yemeye devam ederdi. Biz yakalanacak diye yüreğimiz ağzımıza gelirken o yemeği bitirmeye çalışırdı.
Artan ev baskınlarından sonra abim ve arkadaşları eve gelmiyorlardı. Arada bir gece geç saatlerde sadece abim gelir, fazla durmadan evden çıkıp giderdi. Nenemizin eve baskına gelen polislere gururla ve Kürtçe ‘Fadıl eve gelip gitti’ demesi ödümüzü koparıyordu. Bu nedenle abim eve geliş saatini genellikle nenemizin yatma saatinden sonrasına almıştı. Abimin eve geç gelişiyle evin zil sesi de değişmişti, İki kısa bir uzun çalınca abimizin geldiğini anlıyorduk Hepimiz ayakta abimizi bekliyorduk. Ben abimin çaycısı olduğum için hemen çay demlemeye giderdim, diğer kardeşler lambası söndürülmüş odalarda, perdelerin gerisinde gözetleme yapıyorlardı. Bizi de örgütlemişti abim.
Sonra abimin eve gelişleri uzun aralıklarla oldu, bir müddet sonra da tümden gelmez oldu. Ev aramaları olacağı zaman anneme haber gelirdi. Bu durumlarda komşular el altında birbirlerine haber verilirlerdi. Bir seferinde annem abimin yasak olan kitaplarını bana vererek arkadaşıma götürmemi istemişti. Götürmüş, eve dönüşte binanın merdivenlerinde polislere yakalanmış ayak üstü sorgulanmış, arkadaşımla ders çalışmaktan döndüğümü söylemiştim. Her durumda polis tarafından takip ediliyorduk. Olmadık an ve yerlerde polisler karşıma çıkıyor ‘Sen Fadıl’ın bacısısın nereye gidiyor, nereden geliyorsun’ sorularıyla karşılaşıyordum.
Gittikçe evlerimizin gözetlemesi ve ihbarlar çok sıklaşmıştı. Dersim köylerinde öğretmenlik yapan Zeynel abim okulun ihtiyaçlarını karşılamak için gelmiş, annem de abimin çoraplarını yıkayıp balkona asmıştı. Balkonda ipe serilmiş çoraplar yüzünden evimiz gündüz gözü ile basılmış, ‘Fadıl mı geldi eve? Evi arayacağız’ diyerek eve girmiş Zeynel abimle karşılaşmış, ‘Sen de kimsin?’ diye diklenmişlerdi. Zeynel abim de ‘Bilmeniz gerekir, ben Fadıl’ın kardeşiyim. Siz nasıl devlet memuruysanız, ben de sizin gibi devlet memuruyum. Abim gittiği yeri bize söylemez’ diyerek cevap vermişti. Polisler evden çıkarken ‘Bu eve erkek sinek bile girse haberimiz olur’ tehditliyle çıkıp gitmişlerdi.
Korkumuz abimin yakalanması durumunda sağ bırakılmayacağıydı. Ama annem bütün naifliğine rağmen güçlü bir kadındı, onun bize verdiği güçle korkumuzu yenmiş, kendimizce direnişe geçmiştik. Bir seferinde abim yakalanmış 1800 Evler Trafik Büroda sorgudaydı. Annem sıkıyönetim komutanlığını su yolu yaptı. Onlar 1800 evlerde diyor, 1800 Evler orada olduğunu inkâr ediyordu. Ben annemle her gün gidip orada nöbet tutar gibi bekliyordum. Günler sonra abim için aldığımız sütü alıp içeriden abimin eşyalarını verdiler, gömleği kan içindeydi. O günü hiç unutamıyorum...
Bir gün abime ‘Neden yaptıklarınız yasak?’ diye sormuştum o da bana dünyada devrim yapılan ülkeleri anlatmış, okumam için bana ‘O Bir Militandı’ romanını getirmişti. İlk okuduğum kitap o kitap olmuştu.
Zamanla abimin arada bir geç saatte birkaç dakikalığına eve geliş gidişi de bitmişti. Elazığ’ı terk ettiğini anlamıştık. Yine de askeriye istisnasız her gece evi basıyordu. Bizler baskınlardan çok abimizin hayatından endişe ediyorduk. İlk askeri baskında kapıları kırarcasına çalmışlardı. Annem aramada eve yasak bir şey koyar ve abimizi suçlu çıkarırlar diye her birimizin arama yapanın başında durmasını tembih etmişti ve biz de annemizin dediğini hep yerine getirdik. Aramadan sonra askerlerin başındaki komutan anneme ‘Bu tutanağı imzala!’ emrini verir ama annem okumadan imzalamayacağını söyleyerek karşı çıkardı, imzalanması istenen her tutanağı okuyarak imzalardı annem.
Öylesi günlerin bir gecesinde, Zeynel abim, Cafer eniştem ve ablam evdeyken yine baskına gelmişlerdi. Vestiyerde asılı duran babamın paltosunu görmüş, ‘Bu kimin?’ diye anneme sormuş, annem de ‘Kızların babasının paltosu, sizin ikinci bir paltonuz yok mu?’ diye cevap vermişti.
Babam, eniştem ve Zeynel abim giriş kapısındaki ışıkları sönük misafir odasında sessizce oturuyorlardı. Annem o odanın kapısına sırtını dönerek durdu ve askerler evin her odasını didik didik aradı, misafir odasını aramadan gittiler. Annem odadaki sevdiği erkeklere gövdesini siper ederek askerleri yanıltmıştı. Komutan evden çıkarken anneme ‘Yarın o paltonun yedeği olmayacak.’ demişti. Bir hafta sonra da babam Mardin’e sürgün edilmişti.
Bir gece her baskından farklı olarak evi çelik yelekle basmışlardı. Evi basmakla kalmamış evin dört tarafını sarmış, çatılara nişancı koymuşlardı. Anlaşılan bu seferki ihbar çok sıkı yapılmıştı. Kapı açılır açılmaz içeri girerek biz kız kardeşlerin, annem ve nenemizin etrafını çevirip ‘Etrafınız sarıldı. Fadıl’ın bacıları silahşor ihbarı aldık. Bu nedenle çelik yeleklerle geldik’ deyince, annem dönüp komutana ‘Sizde Allah korkusu yok mu? Her gece aramaya geliyorsunuz yetmiyor bir de kızlarıma iftira atıyorsunuz?’ diye cevap vermişti.
O geceden sonra biz bütün kız kardeşler gecelik giymeyerek, günlük giysilerimizle girdik yataklarımıza. Bu durum, 81 yılının ekim ayında abimin Erzurum’da yakalanmasına kadar sürdü. Nenemizin bir şeyleri polisten saklamak, gizlemek diye bir derdi yoktu, ona ne sorarlarsa olduğu gibi gururla anlattığını bildikleri için nenemiz ayrıca sorgulanıyordu.
Bir seferinde annem nenemizi ‘Polis sorunca senin sağır ve dilsiz olduğunu söyleyeceğim, sen de sesini çıkarmadan öylece dur, yoksa Fadıl’ın başına bir iş açacaksın.’ demiş nenem de kabul etmişti. Aramaya gelen askerler neneme yanaştıklarında annem ‘Ona karışmayın o yaşlı, sağır ve dilsizdir deyince’ nenem durur mu yerinde’ ‘sağır senin anandır’ diyerek askerlerin önüne düşüp mutfağa götürmüş, tenekeleri bir bir göstererek ‘Bu teneke mercimek, bu teneke bulgur, bu teneke Peynir, bu teneke yağ’ diyerek sıralamış, baskını bitirmişti. Nenemizi bildiğimiz için onu polis ve askerle baş başa bırakmıyorduk.
Üst katımızda kocası ölmüş, yalnız oturan Ayşe teyzenin bizim ihbarcımız, ispiyoncumuz olduğunu bilirdik. Sonunda annem Ayşe teyzeye ‘Sana verdiğim ekmekler burnunda gelsin. Evime gelip yiyip içiyorsun oğlumun yakalanması için de askerlere her türlü yardımı yapıyorsun. Oğlumun mahallede kime ne zararı değdi? Eğer oğlum bu mahallenin kadınına kızına yan gözle baksaydı eminim sen bunu yapmazdın. Oğlum yanlış bir şey yapmıyor bunu kafanıza koyun’ demişti. Sonraki yıllarda Ayşe teyzenin sokağa düştüğünü duymuştuk, ortak tanıdıklarla da ‘Güllü hanımları görürseniz, haklarını bana helal etsinler, onlar çok güzel insanlardı’ haberini yollamıştı...
Bir akşam televizyon karşısında oturup haber izlerken Fadıl abimin Erzurum’da yakalandığını duymuştuk. Kaç yıldır göremediğimiz abimizin en azından sağ olduğu duymuştuk. Bir duygudan diğerine gidip gidip gelmiştik. Devlet o günden sonra evimizi basmayı bırakmış, 10 yıl bir abi eksik evimizde yaşar bulmuştuk kendimizi.’’