Tuğba Sivri
Bir kurtarıcı 'Arayış'ı: Dünyada cennet mümkün mü?
"Zaman bütün bütün bozuldu
Zayıflar tembeller güçlendi
Erdem yeniden azaldı
Acunun beyi böylece yok olur"
Milattan sonra 7. yüzyılda "zamanın bozulduğundan" yakınan bu dizeler, meşhur Alp Er Tunga destanından, günümüz Türkçesine çevrilmiş. Toplumsal sorunları zamana, "insanın" özünden uzaklaşıp bozulmasına bağlayan anlayış düşündüğümüzden eski yani. "Bu çağ hastalıkların çağı, mutsuzlukların çağı. Kibrin, bencilliğin, hırsların çağı..."
Bu da günümüzden; son zamanların çok konuşulan Disney+ dizisi 'Arayış'tan bir replik. Tıpkı Alp Er Tunga'daki gibi, bu dizide de karşılaşılan toplumsal problemlere, dünyayı kurtaracak o "bey", o "tek adam" arayışı çare olarak görülüyor. Bu bir "kurtarıcı" arayışı.
'Arayış', bir İslami tarikat liderinin ölümünün ardından, liderin kızının ve Tayfun adlı müridin "oyunuyla" kurulan ve birçok farklı inanışın (Şamanizm, Sufizm, vs.) bir karışımı sayılabilecek yeni bir tarikatın hikâyesini anlatıyor.
Liderin kızı Azra, "Efendi Baba" öldükten sonra yerine gelecek yeni halefle evlenmek zorunda olduğu için bu durumdan kurtulmak isterken mürit Tayfun, kendi tarikatını kurmayı hayal ediyor.
Bunun için de Azra'ya "başka bir hayat mümkün" diyerek "yol gösteriyor". Tarikatın asıl kuruluş hikâyesini, yani Azra'nın hasta babasının "fişini" çekerek onu ölüme gönderişini ve Tayfun'un bundaki rolünü, dizinin sonunda öğreniyoruz.
'EY KURTARICI, NEREDESİN?'
Netflix'te Hintli guru Bhagwan Shree Rajneesh ve belki de kendisinden çok daha etkili asistanı Ma Anand Sheela'nın kurduğu Rajneeshpuram topluluğu üzerine çekilmiş belgesel 'Vahşi Kırlar'ı izlediğimde çok etkilenmiştim.
İnsanların kurtarıcı arayışlarının, iradelerini teslim etme noktasında ne kadar ileri gitmelerine neden olabileceğini böyle somut bir örnekle görmek çok sarsmıştı. (Mutlaka izleyin derim, tavsiyedir).
Bu tür gizli tarikat belgeselleri çok ilgi çeker; kapalı toplulukların aslında nasıl bir gerçek yüzü olduğunu öğrenmek, Scooby Doo'daki sözde hayaletlerin maskesini çıkarmak gibi bir zevk verir insana.
Ancak bir de bu tarikatların kendisine ilgi duyanlar, buralarda gerçekten hayatlarına anlam katacak "o şey"i bulacaklarına inananlar var ki küresel krizlerin yükselişe geçtiği ve bireysel iradenin pek çok konuda çaresiz kaldığı böyle dönemlerde bu insanların sayısı artar.
Ekonomik olarak güçsüzleştikçe, salgın hastalıklar ve savaşlar gibi kontrolümüz dışında gelişen toplumsal meselelerde kendimizi çaresiz hissettikçe daha büyük bir güce sığınma isteğimiz çok anlaşılır bir durum bence.
Tabii böyle dönemlerde bazı insanların da çıkıp bu reçeteyi haiz olduklarını ilan ederek kitleleri kendilerine çekmeleri de bir o kadar olağan.
Çok klişe bir gerçek var ki kapitalizmin yalnızlaştırdığı, her türlü kolektif hareketi parçalayarak bireyci düşünmeye ittiği, bireysel olarak en değerli varlığın kendisi olduğuna ve bu değeri de ancak daha çok tüketerek elde edebileceğine inandırdığı günümüz modern insanı bu tarz spritüel inançlara doğru çekiliyor.
Hele bizimki gibi büyük bir ekonomik kırılmanın yaşandığı, orta sınıfın gitgide yoksullaşarak alt sınıfla yakınlaştığı, eğitimli olmanın artık eskisi gibi bir statü kazandırmadığı, bu anlamda kendini alt sınıftan ayıran belli kültürel ayrıcalıkları yitirdiği toplumlarda orta sınıfın kendini yeniden değerli hissedebilmek için de böyle özel, kapalı, "seçilmişlere ait" topluluklara ihtiyacı artıyor.
İşte bu derece "kırılgan" bir topluluk, kendisine kurtuluş vaat eden güçlü bir liderin etkisiyle her türlü istismara da açık hale geliyor.
Emin Alper imzalı 'Arayış', bize bu tarikatların gizli yüzünü anlatmayı amaçlamış sanıyorum; dizinin finaline bakarak kısmen bunu söylemek mümkün. Ancak Netflix yapımı 'Zeytin Ağacı'yla olan benzerliği, özellikle de kanser hastası kadınların şifa arayışını merkeze alan hikâyesi, bu amaca hizmet etmenin aksine tarikat övgüsüne giden bir yola sokmuş diziyi.
AŞI KARŞITLIĞI, DÜZ DÜNYACILIK, DERKEN NİHAYET TARİKATÇILIK...
'Zeytin Ağacı', gündeme getirdiği "soy dizilimi" kavramıyla modern tıbba karşı spritüel inanışların tarafında yer aldığı yönünde çok eleştiri aldı. Bu eleştiriler çok haklıydı; zira zaten doktora şiddetin arttığı, anti-entelektüalizmin başat bir politika haline geldiği, aşı karşıtlığının hızla yükseldiği bir ülkede orta sınıf seküler kesim için bir "inanç" kapısı aralıyor ve bu anlamda bilim karşıtlığına hizmet ediyordu.
Kanımca 'Arayış', bu anlamda çok daha tehlikeli bir yol izlemiş. Karizmatik ve yakışıklı erkek liderin güdümündeki çoğunluğu kadınlardan oluşan topluluğun "şifa" bulmak için kemoterapiyi, ilaçları, doktorları bir kenara bırakmaları; hatta modern tıbbın kendileri için daha zararlı olduğuna inanıp "şeyhin" şifalı ellerine teslim olmaları bekleniyor.
Bu karizmatik erkek lider kültü, hemen hemen bütün tarikatların vazgeçilmez öğesidir ve bu tür kapalı topluluklarda, lidere sorgusuz sualsiz itaat şart olduğu için başta cinsel olmak üzere her türlü istismar söz konusudur. Ülkemizde dini tarikatların dokunulmazlığı ve sorgulanamazlığı sebebiyle iç yüzünü tam olarak göremesek de birçok tarikat yurdundan/ evinden gelen özellikle çocuk istismarı ve şiddet haberleri de bunu doğrular nitelikte.
'Arayış'ta, tarikatı kurabilmek için bağımsız bir toprak parçasına ihtiyaç duyuluyor ki herhangi bir denetim yaşanmasın. Bunun için de zengin bir iş adamının tarikattan bir kadına tecavüz etmesi sağlanarak bu suç videoya kaydediliyor ve iş adamına şantaj yapılarak kendisine ait ada, tarikatın hizmetine sunuluyor.
Tüm bunlarda, tıpkı Hint guru Rajneesh'in yardımcısı Sheela gibi, ölen tarikat şeyhinin kızı Azra, lider Tayfun'a yardım ediyor.Aslında bir yandan tarikatın bu gizli suçlarını ve karanlık tarafını görsek de, tarikata arkadaşı vasıtasıyla katılan ve başta hiç inancı olmayan rahim kanseri Nisan'ın, en somut istismar ipuçlarını bile görmezden gelerek topluluğa karışmaya başlaması ve lider Tayfun'la arasındaki ilişki, anlatının merkezinde bu "suçların" değil, inancın yer aldığını gösteriyor.
Kadınların liderle birlikte olabilmek için birbiriyle yarışması, kanser hastalarının "cennet adasına" geldikten sonra şifa bulması, adada herkesin çok mutlu olması, arka planı verilmeksizin gösterildiğinde bir tarikat olumlamasına dönüşmüş.
ERKEK CENNETİNİN İTAATKAR KADINLARI
Dizide genel olarak rahatsız eden en önemli şeylerden biri, metnin ataerkil tonu. Erkek liderin şeytaniliği, kadınların hem "salak" denebilecek kadar "saf" hem de tüm kötülüklerin kaynağı olabilecek kadar "fettan" çizilmesiyle gölgede bırakılıyor. Lider "soyun" deyince soyunan, lideri yıkamak için sıraya giren, birer cariye gibi davranan kadınlarla dolu, adeta toplumsal cinsiyet rolleri klişelerinden oluşan bir "cennet" bu ada. Nisan'ın "araya araya" vardığı yer enikonu bir erkek fantezisinden fazlası değil yani.
Diziyi bu denli cinsiyetçi kılan bir başka unsur, başkarakterlerden Nisan'ın rahim kanseri olduğunu öğrendikten sonra çocuk doğurmak ve rahmini kaybetmemek için verdiği savaşın sunuluş şekli bana kalırsa.
Günün sonunda Nisan, kendi merhum annesinin, tam da rahminin alınacağı ameliyat öncesinde rüyasına girerek "Annelik doğurmak değildir yavrum, büyütmektir, sevmektir. Senin sevgine ihtiyaçları var," diyerek kucağına bir bebek vermesiyle "Yolumu kaybetmiştim, şimdi buldum" farkındalığı yaşıyor. Yani anne olamasak da bir kadının en önemli amacı bakım vermektir, nokta.
Dizinin sonunda Nisan'ı hem anaç hem fettan, yani mizojin mitlerin yarattığı fantastik kadın olarak görüyoruz. Dizinin tam olarak ne tarafta durduğunu bulanıklaştıran ve ana metni havada bırakan kısım da tam burası bence.
Bir yandan liderin karanlık ve istismarcı tarafını görür gibi olsak da sonunda liderin yeni gözdesi Nisan'la, tarikatı kurmasına yardım eden ve yıllardır yanında olan Azra'nın birbirine girmesi; Nisan'ın hem bebeği hem de lideri korumak için Azra'yı öldürecek kadar ileri gitmesi; anne olamasa da tecavüze uğramış bir kadının doğurduğu ve istemediği bebeğini kucağına alarak ona annelik edeceğini işaret etmesi bütün bu mitsel yalanın uzantıları.
Nisan, boynunda bir yılan kolyesi, kucağında bebekle tarikat lideri Tayfun'un yanında durarak topluluğa hitap ederken "artık bizim devrimiz başladı" diyor. Tam da bu sırada, Nisan'ın arkadaşı, Azra'nın bir sözünü hatırlıyor: "Rüyamda bahçemize bir yılan giriyordu. Yılan boynumu sıkıyor, sıkıyordu..."
Cennet bahçesine giren yılan: Nisan. Ne tesadüftür ki Nisan'ın son sözleri, "Ben artık Nisan değil, Nisa'yım," oluyor. Nisa, yani kadın. Erkeğin bütün günahlarını Nisa'ya yükleyerek rahatlıyoruz. Ne tecavüz kalıyor geriye, ne sahte iyileştirme seansları ne de kirli işbirlikleri. Kadın yine her şeyin suçlusu olarak şeytanlaştırılıyor.
CENNETİ DÜNYADA KURMAK
Baştaki meseleye geri dönerek bitireyim. Geçtiğimiz hafta Twitter'da Robert Kolej'in yıllık fiyatının ne kadar arttığından bahsediliyordu. İyi eğitim, artık orta sınıf için de bir hayal oldu. Sadece ilköğretimde değil, üniversitelerde de felsefenin ve eleştirel düşüncenin ortadan kalkması için her türlü çaba veriliyor.
Diğer yandan küresel olarak aşı karşıtlığı, düz dünyacılık, kadın düşmanlığı, her türlü bilim karşıtlığı yükseliyor. Böyle bir toplumsal ve siyasal ortamda bize erkek lidere itaat edersek ve asla sorgulamazsak mutluluğu, sağlığı, zenginliği bulabileceğimizi telkin eden böyle kültürel ürünlerin bir "arayışı" yok aslında: Her şey zaten verili.
Bütün bu toplumsal cinsiyet klişeleriyle dolu spritüalizmin, ataerkil kapitalizmden başka kimin işine yarayacağını düşünebiliriz ki? Evet, dünyada cenneti kurmak mümkün; ama bunu bin yıllık ataerkil mitlerle ya da bireyci, bilim dışı safsatalarla değil, kolektif düşünme ve örgütlü hareketle mümkün kılabiliriz. Kurtarıcı lider arayışının bizi götüreceği yer ya faşist diktatörlüktür ya da işte böyle tarikatlar.