Fadıl Öztürk
Biri bir göz istese benden
Birine bir çift göz lazım olsa, gözlerimi istese ve ben de versem gözlerimi ona, acaba benim gibi görür mü yurdumu, yurdumdan dünyayı?..
Birine bir dil lazım olsa, ben de kilidini açıp dehlizlerden çıkarsam onun dudakları, acaba benim gibi konuşur mu acılarımla?..
Biri hayatımı istese benden ve giydirsem hayatımı ona, acaba benim gibi yüksünmeden taşır mı, lime lime edilmiş hayatımı?..
Biri son gününe gelse oğul ve kızlarını dünya gözüyle görmek için bir güne daha ihtiyacı olsa, kalan ömrümden hiç kullanmadığım bir günümü versem ona, beni hasretlerime yetiştirmeyen ömrüm acaba onu yetiştirir mi?..
Biri anılarının tozunu almak için çok eski günlerine gidip, dünya onu çok mutsuz ettiği için, oradan bir daha geri dönmek istemese, kalsa geçmişinde bir çocuk haylazlığıyla, çocukluğun ölüm olduğu yurduma da gider mi acaba?..
Kapımızı çalanların her zaman akraba, konu komşu olmadığını, uzun zamandır hayatımızı çalanların da olduğunu söylesem, kapının arkasında ‘Kim o?’ diyen, bir saniyeyi bin yıl gibi yaşayanların korkularını hayat deyip yaşar mı acaba?..
Bir harita açsam önünüze ve araçların arkasında sadece kamyon kasası, römork ve karavan taşınmadığını, elleri bağlı öldürülmüş insanlar sürüklendiğini sorsam size, elinizi vicdanınıza koyarak o haritada yerini gösterir misiniz?..
Sizin mutlu ve mesut günleriniz, başkasının cehenneme dönmüş günleri üstünde yükseliyor, mutluluğunuzdan mutsuzluğumuzu çıkardıktan sonra elinizde kalana razı olur musunuz?..
Ayrımsız bütün öldürülen, kaybedilenlerin annelerinden birinin yüreği sizin göğüs kafesinizde atsaydı, oğul ve kızlarının bir gün çıkıp geleceği kapıdan bir an olsun gözlerinizi ayırır mıydınız? Her ağıtta dil kendini kesen bıçak olmaz mıydı sizde de? Acı duvarınızdan süzülüp aktıkça ‘güneşi içmeye gidelim’ demek neye yarar. Neye yarar sesimize ses verenler olmadıkça?..
Sabahımızın güne uyanmanın mutluluğundan, gecelerimizin hayallere basamak olacak rüyalardan yapılmadığını, gelecek denen ama bir türlü varılmayan yere omuzlarımızda taşıdığımız onca yükü paylaşmadan ne bizim ne de sizin varamayacağınızı; şiir, roman, öykü, sinema ve otopsi raporları ve vagonlarda aç susuz sürgün günlerini ve mezarı olmayan asılmışlarımızı bir bir anlatsam size, bendeki kendinizi, kendinizdeki beni çıkarabilir misiniz gün yüzüne?..
Biri bir şehirden diğerine, bir ülkeden başka bir ülkeye, tren ya da başka bir araçla son sürat bir koltukta yolculuk yapsa ömrünün sonuna, acaba bir mola yerinde beraber içilmiş bir çay hayatı hatırlatır mı insana?.. Şimdi buğusu üstünde tüten demli bir çay tadında değil hayat; içinde kuşların uçmadığı bir gök, yaprakları o ölümden sonra bir daha yeşillenmemiş ağaç, bir bir önü kesilmiş ırmaklar gibi yaralıdır hayat.
Bütün bu yazdıklarımın tek bir sorusuna olumlu bir yanıt olsaydı eğer, bu yazı da yazılmazdı zaten. Terazilerin tartamadığı, karanlık gecelerin bile üstünü bir türlü örtemediği, yerin altındakileri bile yerin üstündekiler kadar huzursuz kılan, hangi yöne dönsek yolumuzu kesecek olan, kocaman bir haksızlık var bu havalarda...
Kimsesizlerin kimsesi olamayan Cumhuriyetin 95. yılında bu dizeler armağan olsun size...
...
Anladık, taşı ilk siz yonttunuz
demiri ilk siz erittiniz potada
sevgiliyi ilk siz öptünüz dudağından
posta pulunu ilk siz yapıştırdınız zarflara...