ayşe düzkan
biz ölmek istemiyoruz, siz öldürmek istiyor musunuz?
kendimi elimde olmadan emine bulut’un yerine koyuyorum. o son ânında, ölüm korkusunun yanında, kızının bu vahşete şahit olmasının, onu geride bırakmanın, onun annesiz büyüyecek olmasının acısını da taşıdığını düşünüyorum. o kızın babası olacak adam, cezaevinden çıkar çıkmaz bu sefer kızının hayatına çökecek. o kızı, annesinin katiliyle yüzleşmekten, annesinin katili ama babası olan adamla ilgili karışık duygulardan, "acaba babamı durdurabilir miydim" hissinden, annesinin, o adamdan kurtulması için destek vermeyen ailesinden, babasının ailesinden kim koruyacak? emine bulut’u o adamdan koruyamamış ama olayı kayda almış, bize, kamuya ulaşmasını sağlamış, hiç olmazsa üstüne düşünülmesini sağlamış olan genci gözaltına alan devlet mi?
emine bulut’un hemen ardından bir kadın antep’te, doğum yaptığı hastanede kocası olacak adam tarafından bıçaklandı. bu kadına yönelik şiddet değildir çünkü sadece kadınlara değil, çocuklara, zaman zaman patriyarkanın "kadınlaştırdığı" başka erkeklere, eşcinsellere de yönelir. bu erkek şiddetidir ve böyle adlı adınca anılmasını sağlamak feminist hareketin bir on yılını aldı ve hâlâ da şu açık gerçeğe –tabii ki ona sebep olan sistemden kendileri de fayda gördüğü için- direnç göstermeye çalışanlar var.
bütün sistematik şiddet türleri gibi, erkek şiddeti de bir sömürü ve ezme ilişkisinin yani patriyarkanın sürdürülmesi için var. dolayısıyla patriyarka ortadan kalkmadan bitmez.
erkek şiddeti yani bir insanın erkek olmasından kaynaklanan sebeplerle uygulama hakkı ve ihtiyacı gördüğü şiddet, erkeklerin iktidarının sarsılmaya başladığı her ülkede yükselir. içinde yaşadığımız dünya ve hayat bunun sebeplerini bize açıkça gösteriyor ama şu yazdığım mecranın okuru arasında kitabi olana gerçek hayattan daha fazla kıymet vermeye meyyal olanlar bulunduğu ihtimalini göz önüne alarak yazıyorum: misal devrimci mücadelenin, hadi o fazla geldiyse demokrasi mücadelesinin yükselmesi de siyasal baskıyı artırır.
kadınlar, hetero kadınlar son yirmi yıldır, belki severek aynı çatı altına girdikleri, aynı yastığa baş koydukları erkeklerin her yaptığına razı gelmiyor. ücretli çalışanlar yani eli ekmek tutanlar boşanmaya kalkışıyor. ve şiddetle karşı karşıya kalıyorlar, cinayet vakalarının çok ciddi bir kısmında erkeğin bahanesi kadının ayrılmak istemesi. medya, reklamlar, magazin basını, şakalar dünyası ve patriyarkanın bunlara benzer ideolojik aygıtları kadınları koca avcısı olarak resmederken onlar erkeklerden canları pahasına kurtulmaya çalışıyor.
dünyanın her yerinde olduğu gibi bu ülkede de, tek ebeveynli yani anne ve çocuktan/çocuklardan oluşan aile yaygınlaşıyor. (latin afrika ve afrika’da da bu tür ailenin çok yaygın olduğu, özellikle afrika’da erkekler bir yerlere çalışmaya gidip buharlaştığı için çocukların bir daha babalarını görmediğine dair veriler var. aynı şeyin afro-amerikan aileler arasında çok yaygın olduğu da biliniyor.) erkekler evlilik süreleri de dahil olmak üzere çokeşli, heteroseksüel kadınlar şiddetten kurtulmak için, bazen sadece mümkün olduğunca özgür kalabilmek için yalnız yaşamaya razı. (fakat türkiye’de muhalefetin ezberi hâlâ tekeşli, hetero çekirdek aile üzerine kurulu.)
şiddetin erkeklerin tekelinde olması sadece yasal korumadan ibaret değil, küçüklükten itibaren dövüşe teşvik edilmekten silahlarla haşır neşir olmaya kadar erkekliğin parçası sayılan onlarca şey bu tekeli sağlıyor. (ve tabii ki tüm kadınların silahlanması gibi ancak hayale sığacak öneriler de ortadan kalkmaz. hepimizin silah alacak parası yok, silah kullanmak bir eğitim işi, bütün kadınlar bunlara zaman ve enerji ayıracak halde değil.) ama yine feministlerin geliştirdiği savunma sanatlarının yaygın biçimde öğrenilmesi bir şeyleri değiştirir.
dünyanın başka yerlerinde, erkek şiddeti yükselirken kadın kurtuluş hareketinin önerileri, geliştirdiği mücadele yöntemleri oldu. mücadeleleriyle söz konusu devletlerin bunları benimsemesini sağladılar ve erkek şiddeti azaldı. türkiye’de ise erkek şiddetinin yükseldiği yıllarda, aile kurumunun korunmasını, erkek şiddetini önlemekten daha önemli gören bir zihniyeti temsil eden akp iktidardaydı. yani bu iktidar şiddetin sebebi değil, önlenmemesinin sorumlusu. bazı söylemlerle destek verdiği de doğru.
bugünlerde çok tartışılan ve kısaca istanbul sözleşmesi olarak anılan kadınlara yönelik şiddet ve ev içi şiddetin önlenmesi ve bunlarla mücadele hakkındaki avrupa konseyi sözleşmesi, avrupa’daki yol arkadaşlarımızın kazanımlarının üzerinde yükselen uluslararası bir sözleşme; 2011’de imzaya açıldı, 2014’te yürürlüğe girdi ve imzacı ülkeler açısından bağlayıcı. türkiye sözleşmeyi ilk imzalayan ülke olmakla övünüyor ama şimdi iktidar yanlıları tarafından sözleşme tartışmaya hatta saldırıya açık hale geldi. o tartışmaları izliyorsunuzdur.
dikkat çekmek istediğim ikinci nokta şu. başta sığınak pratiği olmak üzere feminist hareketin avrupa’da geliştirdiği araçların önemli bir kısmı sosyal devlet döneminin koşullarında oluşmuştur ve o şartlara dayanır. bugün türkiye’de (aslında avrupa’nın çoğu ülkesinde de) sosyal devlet yok ve bu araçların uygulanması zorlaşıyor. ancak bu noktada yerel yönetimler çok önemli bir alan yaratıyor. o yüzden kayyum darbesini, erkek şiddetinin engellenmesi açısından da ele almak gerekir çünkü hdp’li belediyeler bu konuda ciddi admlar attı. diğer yandan, başta istanbul olmak üzere el değiştiren belediyeler de önemli imkânlar oluşturabilir. çeşitli eşitlik birimlerinde çalışan konuya hâkim insanların olduğunu biliyoruz. umarız, başta ekrem imamoğlu olmak üzere büyükşehir belediye başkanları onların önerilerine kaynak ayırır.
ama şunu unutmamak gerek. erkek şiddetini yasal kurumlar ve önlemlerle engellemek mümkün değil. başka birçok şeyin yanında, farklı bir ideolojik iklimin oluşması da gerekiyor. o iklim, erkeği, erkekliği yücelten her şeyle emine bulut’un boğazına saplanan bıçak arasındaki ilişkiyi görerek oluşturulur. şarkı sözünden masala, diziden mizaha, küfürden romantik laflara uzanan bir skalada yeni araçlara ihtiyacımız var; var olanın eleştirisinden söz etmiyorum, yenisini üretmeyi kastediyorum…
sosyal medyanın tartışma, birlikte düşünme ortamımızı belirlediği bir süreçteyiz. bunun olumsuz olduğu kadar olumlu yanları da var. bu mecranın okurlarının da o tartışmaların parçası olduğunu tahmin etmek zor değil. onlara şunu hatırlatmak istiyorum. feministler, öfkelendiklerinde dalga geçebildiğiniz, aralarındaki tartışmaları bir hakem edasıyla, şu çekirdek çitleme klişesiyle izlemeniz gereken bir topluluk değil. erkek şiddetiyle mücadele konusunda önemli bir tarihi deneyimin taşıyıcısı olan, önerileri bulunan bir siyasal akım. hiçbir konuda referanssız tek cümle etmeyenleriniz bile o deneyime, o önerilere gözünü kapamayı tercih ediyor. bence bunun sebebi erkekliğin herhangi bir konuda -hele de örgütlü- kadınlığı ciddiye almama refleksini içermesi. oysa feministlerin birbirlerine ne dediklerini bir yana bırakıp size ne dediğimize baksanız, fedai varan’la ortak noktalarınızı göreceksiniz. çünkü şiddet, bıçaktan, bıçağı saplamaktan ibaret değil. o ilk fark ediş ânı zor olabilir tabii ama daha iyi bir insan olmak, erkekliği bir kenara bırakıp insan olmak, o zor anları göze almaktan geçiyor. ve bunu örgütlü bir biçimde yapmak da mümkün, bu topraklar da geçmişte böyle çabaları gördü. mesela bize laf yetiştirmeyi bırakıp kahveleri gezseniz, katillerle konuşsanız?
sonuçta bir yerden başlayacaksanız, kendinizden başlamak en doğrusu değil mi!
çok uzun bir yazı oldu, sonuna kadar sabreden herkese teşekkür ederim.