Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

'Bizim' Kazım Koyuncu

Her bir araya geldiğimizde, Kazım’ın elinde gitarı oldukça ondan, ‘Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk’ şarkısını çalmasını isterdim. O da çalardı. Şimdi onu dinliyorum...

Size burada bir Kazım Koyuncu portresi yazmayacağım elbet. Onu Ümit Kıvanç yıllar önce hakkıyla yaptı zaten. Yaşarken bizim olan, öldüğü andan itibaren sevenlerinin bize bırakmadığı, alıp oturdukları şehre, o şehrin mahalle ve sokaklarına, okullarına, yani hayatlarına götürdükleri, bize anıları kalan Kazım Koyuncu’yu yazacağım. Ki, yazmam bir kenara, ne yazarsam yazayım hep bir eksik kalacağını da biliyorum. Bu nedenle bir özürle başlamalıydım...

 

Kazım ve Zuğaşi Berepe grubunu 94-95 yıllarında HADEP adına İstanbul Avcılar’da düzenlediğimiz konserde dinleyerek tanımıştım. ’97 yılında Avcılar’daki hayatımı sonlandırıp Beyoğlu’nda Piya Kolektifi ‘deki arkadaşlarımın yanına geçince, Kazım’ın da aynı kolektifte yer aldığına tanık olmuştum.

 

Piya, bir yayın kolektifi Cağaloğlu’nda kurulmuştu. Cağaloğlu’ndan Beyoğlu Aslı Han’a, oradan da Beyoğlu, Büyük Parmak Kapı Sokak’ta ki binaya taşınmış ve kültür evi biçimini bu binada almıştı. Bu binanın birinci katı Kelaynak Cafe, ikinci katı atölye, üçüncü katı yayın evi ve çatı katı da müzik atölyesi olarak düzenlenmişti. Harabe bir halde olan bu dört katlı kolektifin tadilatı, Piya’nın katılımcıları olan şair ve yazarlar, heykeltıraşlar, müzisyenleri tarafında yapılmıştı. Mülk sahibimiz, İngiltere’de oturan, yılda bir kaç aylığına Türkiye’ye gelen, yeşil takım elbiseli, beyaz çoraplı, tokyo terliklerle dolaşan, adımı ‘Fadeel’ olarak telaffuz eden, tek kelime İngilizce öğrenmemiş Cemil adında bir Gümüşhaneliydi. Sistemin kültürüyle hesaplaşan bizlere düşe düşe böyle bir bina sahibi düşmüştü...

 

Sonraki yıllarda, yayın faaliyetini de taşıdığımız, Galatasaray’daki Olivo Han’ın beşinci katını tutmuştuk. Bina yine harabeydi tadilatını yine kendimiz yapmış, içinde 100 kişilik sahnesi olan bir salona kavuşmuştuk. 150 adet açılır kapanır sandalye imal etmiştik. Beyoğlu’nda sabah erkenden, daha araç trafiğine kapanmadan önce, tonlarca demiri beşinci kata taşıyanlar arasında Kazım Koyuncu, Ali Elver, Yücel Tunca, Gürol Yavuz, Özgür Demir, Celal Çimen, Mehmet Çetin, Önder Kızılkaya, Nesimi Aday, Vecdi Erbay gibi şu anda adlarını hatırlayamadığım birçok arkadaşlarla adam etmiş ve faaliyete geçirmiştik o katı. Yani Kazım’ı Kazım Koyuncu yapanda hayat içinde durduğu yerdi biraz...

Saatler süren, gece yarılarını geçen, ama dinamizminden bir şey yitirmeyen, isteyenin birasını yudumladığı muhalif bir kültür hayatını tartıştığımız toplantılarımız olurdu. Dünyanın hiç bir örgütünde bu kadar uzun toplantılar yapıldığını sanmıyorum. Kazım bütün bu toplantıların içinde tartışandı, onaylayan ret edendi her birimiz gibi.

 

Bu toplantılarda, sanat, edebiyat, müzik, fotoğraf, sinema, kadına şiddet, yazın dilimizin eril bir dil olmaması dahil her şey tartışılıyordu. Aynılaştığımız da oluyordu, ayrı düşündüğümüz de, bir başka toplantıya ertelediğimiz de oluyordu. O tartışmalarımızdı bize hayatta yol aldıran. Bu şiirimize de yansıyordu doğal olarak, müziğimize de, fotoğrafımızda da karşılığını buluyordu. Kazım’ı bütün bu süreçlerden bağımsız ele almak, onu tam anlamamak anlamına gelir bence.

 

Düşünün, devletin ideolojik kuşatması altındaki bir dünyada yaşıyorsunuz, farkında olduğunuz için onları tümden ret ediyorsunuz, ama onların yerine koyacak kavramlarınız bir yerde hazır beklemiyor, alıp kullanmanız için. Onları tartışarak, hayat pratiklerine taşıyıp, deneyimleyerek bulmanız gerekiyor. Bu farkındalığı yaşayan insanların içinde, ama yaptığı müzikte kendi tercihlerine göre yol alan biri de Kazım Koyuncu’ydu.

 

Benim için, Zuğasi Berepe’nin müzikleri yüzünü Karadeniz’e çevirmiş çocukların masalsı geçmişlerini müziğe çevirmesinin de ötesindeydi. Ben onları, hiç gitmediğim, yüzünü okyanusa çevirmiş İrlanda’nın Kelt insanları gibi hissetmiştim. Çünkü dağların şarkıları görüldüğü yerde vuruluyordu. Karadeniz ise, bağırsan diğer kıyıdakinin seni duyacağı kadar küçük bir denizdi. Zugaşi Berepe’yi sesin yetişemeyeceği, kurşunun canını alamayacağı, okyanusa açılmış da, bir daha dönmemişlerin ardında ağıt yakıcılar olarak görüyordum. O şarkıları unutturacak, üstünü örteceğini düşündüğümüz zamanı yırtarak bize ulaşıyorlardı sanki. Her şarkının başında o yırtılma sesini duyar gibiydim. Bu durum, onların şarkılarıyla bana yaşattıkları bir hayaldi. Kazım dâhil bütün Zuğaşi elemanlarına kendi payıma çok teşekkür ediyorum.

Bölsen benim gibi iki adam çıkacak Mehmet Ali, uzay mühendisi davulcu Murat, İnce ve uzun boyu ile efendiliğin temsilcisi Metin benim için birer Kelt insanı gibiydiler. Bir Kazım, bir de Kazım’ın basgitarcısı Gürsoy memleketim insanları gibi kalıyorlardı.

 

Elbette birden ortaya çıkmamıştı Zuğaşi Berepe. Onun öncesi Gurup Dinmeyen, sonrası da Kazım Koyuncu’nun kendi adıyla müzik yapmaya başladığı son dönemleridir. Müzik de tıpkı canlı hayat gibi kendi yatağında evrilen bir şeydi ve öyle de oldu...

 

Belki birçoğunuz Kazım’ın Gül beyaz dizisiyle tanındığını sanıyor. Evet, bu çok da yanlış bir tespit değil, ama eksik. Kazım Koyuncu’yu Beyoğlu’na gelen, İstiklal Caddesi’nde bir tur atan herkes, Beyoğlu Pasajı’nın girişindeki Metropol Kitapevi’nden bütün İstiklal’e yayılan şarkılarıyla tanırdı. Onu tanımayanlar o şarkıları duymakla kalmayarak alıp evlerine götürdüler, o evlerde yaşayan biri yaptılar. Onların hakkını yememek lazım.

 

Elde gitarıyla her muhalif öğrenci etkinliğinde Kazım’ı görmeniz mümkündü. İşte o gençler mezun olduktan sonra, Kazım’ı okullarda bırakıp gitmediler. Kazım’ı da alıp doğup büyüdükleri kentlere, oralardaki sevgililerine, sevdiklerine taşıdılar. Kariyer yaptıkları mevkilere Kazım’ın şarkılarını mırıldanarak beraberinde taşıyanlar yine onlardı...

 

Askerlik sonrası, Diyarbakır ve Dersim festivallerine katılması, oralarla tanışması da Kazım’a ve onu oralarda dinleyenlere iyi gelmişti. Diyarbakır’da, ‘dağların çocuklarına, denizin çocuklarından bir selam gibiydi. Kürtçe selam vermek ya da bir Kürtçe bir şarkıyı okumak gibi popülizm yapmadı orada. ‘Bütün farklılıklarımızla bir arada durabilir, yaşayabilir, yeni bir hayat kurabiliriz diyordu...

Dersim Doğa ve Kültür Festivali’ne beraber gitmiştik. O zamanlarda bir iki otel vardı Dersim’de ve onlar da ihtiyaca cevap vermiyordu. Kazım için bir ev ayarlamıştık. Kazım, bu duruma alınmıştı. Bizim üçer beşer kaldığımız otel odasında bizimle kalmak istiyordu. ‘sen bu gece bizim ayarladığımız evde kal, memnun olmazsan yarın seninle yer değiştiririz’ demiştim. Kazım’ın gidişi o gidiş, iki gün sonra onu Halvori Gözeleri’nde misafiri olduğu evin bireyleriyle bir sofrada gördüğümde ‘değme keyfime’ der gibi, halinden çok memnundu. Sevgili Gönül’ünün ana vatanına gelmişti. Oralara gitmek iyi gelmişti Kazım’a. Stadyumda verdiği konser muhteşemdi. O gönül yolculuğunda bütün kapılar sonuna kadar açılmıştı ona...

 

25 Haziran 2005 Cuma günü akşama doğru beklediğimiz ama asla kabul etmek istemediğimiz ölüm haberini almıştık Kazım’ın. O günün akşamında da bir arkadaşımızın önceden planlamış, her şeyi hazırlanmış, Ankara, İzmir gibi illerden arkadaşların geldiği düğünü vardı. Ölümün şok etkisinin hemen ardından bir telefon trafiği kurmuş ortak bir karara varmıştık. Cuma günü akşamı arkadaşımızın düğününü yapacak, ertesi sabah da Kazım Koyuncu arkadaşımızı, kardeşimizi, yoldaşımızı uğurlayacaktık. Aynen öyle de yaptık.

 

Efkârdan dolayı o kadar içmeme rağmen, defalarca buluştuğumuz, arkadaşlarıma defalarca kahvaltı hazırladığım Beyoğlu’ndaki evimden sabah erken kalktım. Her yerimden hüzün akıyordu zaten. Taksim meydanındaki çiçekçilerden bir kucak karanfil aldım ve Taksim Açık Hava Sahnesi’ne yürüdüm. Yürüdüm mü, yoksa ayaklarım mı beni götürdü, bilmiyorum...

 

Erken gitmiştim, daha Kazım’ın cenazesi bile gelmemişti oraya. Sahne boştu, Umay Umay’la karşılaştık. Epey zamandı görüşememiştik Umay’la, birbirimizi sorduk, ama ikimiz de çok üzgündük. Bir müddet sonra Cenaze ambulansı geldi. Kazım’ın tabutunu hazırlanan yere aldık. O an orada olanlarla törene hazır hale getirdik el birliğiyle. Beraberimde getirdiğim karanfillerin bir kısmını tabutun üstüne koyduk, kalan karanfilleri de gelecek arkadaşlarıma vermek için yanıma aldım. Sahnenin sol ön tarafına geçip töreni ve arkadaşlarımı bekledim. O gün günün dili gözyaşıydı hepimiz için...

Gelen arkadaşlarıma karanfilleri bölüştürdüm. Önder geldi ona verdim. Özgür, Makbuş, Hüsam, Cevriye, Nesimi, Muharrem, Deniz, Yücel, Gürsoy, Ali, Cafer, Gürol ve diğer arkadaşlarımız tek tek geldiler. O gün, o saat hepimizin üstünde çıkarmaya çalışsak da çıkaramayacağımız, tenimize yapışmış bir hüzün vardı. Beraber gülerek eğlenerek, tartışarak, paylaşarak, sistemin araçlarını sanatta ve edebiyatta ret ederek geldiğimiz yerde, bütün bu birikimleri kendi hayatına taşımış, ürettiği şarkılarına giydirmiş biri eksiliyordu hayatımızdan. Elbette sorun sayısal bir azalma değildi. Her giden kendiyle beraber geride kalanları da götürüyordu biraz. Çok ölüm görmüştük her birimiz, ama ölümün bu kadar yakınımıza sokulması kabullenilir gibi değildi.

 

Hatırlıyorum, Şenol Güneş iyi bir konuşma yapmıştı. Diğer Kazım’ın sanatçı dostları birer bukle şarkı söylemişlerdi ve bir iki konuşma... Açık Sahne ağzına kadar doluydu. Evet, bir devrimci uğurlanıyordu, ama atılan sloganlarla, içilen antlarla klasik bir devrimcinin cenazesini aşan bir törendi. Marşların yerini şarkılar almıştı, sıkılı yumrukların yerini şaha kalkmış kalpler. Hüznün isyana en yakın haliydi o an. Sanki Kazım o güne kadar yaşananları içinde taşıyan, ama onu tekrar etmeden, aşarak yeni bir şarkı besteliyordu gidişiyle. Gidişinin yarattığı boşluktaydık hepimiz. Ağır çekim bir filmin karesinde vücut ağırlığımızı yitirmiş gibiydik. Hem içindeydik, hem de dışarıdan izleyeniydik o anın...

 

Kazım’ın cenazesi taksim meydana kadar taşınırken yine bir başka taşındı. Saygılı, naif ve devrimci. Öyle bir meşruluk vardı ki, hüzünle coşmuş kalabalığa polis bile müdahale etmiyordu. Kazım tıpkı müzik dünyasında kendisine emek, çaba ve dünyalı vicdanıyla yer açtığı gibi, gidişini de farklı kılmıştı.

 

Taksim Meydanı’nda onu havaalanına götürecek ambulansa bindirilip uğurlanırken, Onu uğurlamaya gelmiş bütün insanlar olduğu gibi İstiklal Caddesi’ne yöneldiler. Slogan ve şarkılarla aktılar İstiklale ve dağılmadan, dağıtılmadan bir biçimde eridiler insanlık içinde...

 

O güne kadar, ‘bizim’ olan Kazım, bizi aşarak, birden herkesin oldu. Biz bir fotoğrafa dışarıdan bakanlar olduk. Bunların içinde onu amaçlarına mülk etmeye çalışanlar olduğu gibi, onun şarkılarını, hayallerini temiz bir biçimde giyinenler de oldu. Kazım tümden bize kalsaydı daha iyi mi olurdu orası tartışmalı...

Çünkü, yüzün üstünde yayınladığı kitap, Ütopiya ve Kunduz Düşleri, Avrupa Ütopiya dergileriyle, katılımcılarından birinin de Kazım Koyuncu’nun olduğu, çeşitli sanat ve edebiyat pratikleriyle o iklimde ortaya çıkmış, Patika Müzik Gurubu’yla, Almanya’da Necati Teyhani’nin kurucusu olduğu Jaz Piya Müzik Gurubu’yla, Yücel Tunca’nın başını çektiği Piya Fotoğraf Atölyesi ve onun sabrını da aşan ve yıllarca süren fotoğrafın Saydam Günleri, ve o pratikten doğmuş Fotoğraf Vakfı’yla döneme damgasını vuran, ‘Her türlü eşitsizlik ve egemenlik ilişkisinin reddi’ şiarıyla yola çıkmış, önemli deneyimler edinmiş Piya Kolektif’in den bahsediyorum. Bu deneyimlerimiz sistemle her alanda birer hesaplaşmayı içerdiği, kendi pratiklerini popülize etmediği için, egemen kültür kurumları tarafından görülmeyen, duyulmayan olarak geçiştirildi.

 

2005 yılında, faaliyetlerini sonlandıran Piya Kolektifi ’i içinde düşünmüş, tartışmış, ortaklaşmış, muhalefet etmiş, onlarca arkadaşımızdan ve o sürecin etik değerlerini giyerek müzikte kendine yer ve yol açmış biridir Kazım Koyuncu.

 

Her bir araya geldiğimizde, Kazım’ın elinde gitarı oldukça ondan, ‘Boynuna o yeşil fuları sarma çocuk’ şarkısını çalmasını isterdim. O da çalardı. Şimdi onu dinliyorum...

Yurdun yıldızlar olsun sevgili Kazım...

...

Fadıl Öztürk

[email protected]

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi