Bu darbe daha çook soru kaldırır!

15 Temmuz davalarında suçlananlar hukuk gereği ifadelerini veriyor ve soru işaretlerine yenilerini ekliyorlar

Bir acıma hissi. Hepsi bu.

15 Temmuz Darbe Girişimi davaları ile ilgili Türkiye basınında çıkan kimi yazıları gördükçe inanın içim kararıyor.

Ardından bir acıma hissi.

Sürü psikolojisi, toplu cinnet ve cadı avına bin yıldır alışkınız, şimdi neredeyse yüzde 95'i Saray'a eklemlenmiş medyanın sözüm ona değerlendirmelerinin neyi amaçladığı da belli, ama içimi en çok burkan, kendisini amiral gemisi vs zanneden gazetelerdeki utanç verici yazılar.

Bir zamanlar Ergenekon ve Balyoz gibi bazı kilit davalarda yargılanan subayları topyekun masum ilan etmek için davaların sonucunu beklemeye gerek görmeden ortalığı velveleye verenler, şimdi 15 Temmuz davalarında tam tersine soyunmuş vaziyetteler.

Onlara göre bir zamanlar kuru yaş nasıl fark etmedi ise, Ergenekon ve Balyoz nasıl tamamen 'hayal ürünü' idiyse, şimdi de her şey gerçek ve hiçbir kuru-yaş ayrımı yok, hepsi FETÖ'cü ve suçlu.

O zamanın iddianameleri nasıl 'maksatlı' ise, bu iddianamelerin hepsi maşallah taş gibi.

Aynen yandaş medyanın muhbir ve cadı avcısı tetikçileri gibi bu kez de bu arkadaşlar savcı ve yargıçların icraatını dahi beklemeden, bir iddiayı halka mutlak gerçek gibi yutturmak için canla başla çalışıyorlar:

Bu darbe baştan aşağı FETÖ denen bir yapının ve bu yapının başındaki adamın eseridir. Gerisini ne sorgulamaya gerek vardır ne de tartışmaya. Konu kapanmıştır.

Bu arkadaşlara göre Ergenekon ve Balyoz zamanlarında yargı ne kadar 'infiltre', ne kadar kirli ve kötü niyetli idiyse, şimdi her şey pir-ü pak, gayet profesyonel, adil ve adalet odaklı.

Suçlular zaten belli ve sonuç zaten kamu vicdanını tatmin edecek.

Utanmadan bir zamanlar ayıpladıkları şeylerin aynısını tersten iddialarla yapıyorlar.

O zamanlar darbe planları ve kumpaslarla ilgili iddialar peşpeşe ortaya atıldığında kim bilir kaç kez döne döne özetle şu fikri işlemiştim:

Ey ahali, ortada çok ciddi şüpheler var, bu nedenle tutuklanan çok sayıda üst rütbeli subay var, ama öbür yanda Ergenekon'un Balyoz'un savcılığını üstlenmiş bir siyasi otorite de var, onun karşısında avukatlığını üstlenmiş bir muhalefet lideri var, ve de bu davalarda ifratla tefrit arasında savrulmuş parçalanmış bir politize medya var.

En önemlisi, ey ahali, unutmayın ki, bu ülkede son derece kötü işleyen, defolu, partizan ve devletçi, siyasi müdahalelere tamamen açık, köhnemiş bir yargı mekanizması var.

Evet, darbe davaları, modern tarihi darbelerle gölgelenmiş Türkiye için bir arınma ve aklanma vesilesidir, ama ihtiyatlı olalım ve umut edelim ki savcılar ve yargıçlar işlerini cesaretle ve adaletle yapsınlar ve gerçekler ortaya çıksın. Biz gazeteciler ne savcı ne de yargıç olabiliriz, bizler sadece kamu vicdanı adına artıları ve eksileri görmekle, göstermekle mükellefiz; hiçbir siyasi odak veya ideolojik takıntı bizi yönlendirmemeli, buna izin vermeden yargıyı gözlemlemeli ve olanları değerlendirmeliyiz. Kim ne derse desin, kim kızarsa kızsın, diş bilerse bilesin, biz bu işi iyi yapmaya çalışalım yeter.

Şimdi arşivi barbarca imha edilmiş olan Today's Zaman gazetesinde bu mealde yazılar yazmıştım.

Önümüze gelen güncel verileri her birey gibi kendi optiğimizle değerlendirip adil gazetecilik yapmaya çalıştık. Kimseyi peşinen suçlu veya masum ilan etmeden görevimizi yaptık.Bu konuda vicdanım kendi payıma son derece rahat.

Kimse yanılmasın: O kilit davaları çökerten medya veya gazeteciler değildi; o davaları önüne geleni kuru-yaş demeden, belli ki siyasi saikler ve belki de intikam hisleriyle aynı torbaya doldurup mağduriyet üreten yargı mensupları çökertti. Bir ülkede yargı işlemiyor, habire su kaynatıyor diye dönüp faturayı medyaya, gazeteciye çıkaramazsınız.

Çıkarırsanız utanç sizin olur, gazetecinin değil.

Kötü gazetecilik ayrıdır; onun kantarı meslek ahlakıdır.

Kötü gazetecilik suç da değildir. Eğer tersini söylerseniz, işte aynen bugünlerde olduğu gibi basını topyekun kriminalize etmeye kararlı iktidarın değirmenine su taşır; sonra pek sevdiğiniz bazı gazeteler de aynı gazaba uğrayınca pek bir şaşırırsınız.

Görevini yapmayan, kötüye kullanan bir yargı ise ayrı bir kantarda tartılır.

Mesela, 22 yıldır Galatasaray Meydanı'nda feryat figan eden Cumartesi Anneleri'nin adalet taleplerine karşılık vermiyorsa bir yargı, bu sadece ahlaksızlık değildir; aynı zamanda görev suiistimalidir ve suçtur.

Türkiye tarihinde buna benzer binbir türlü kapanmamış, iç kanaması devam eden suikast, siyasi cinayet, katliam, hırsızlık, yolsuzluk, uğursuzluk dosyası var.

Ülkenin dört yanında kim bilir kaç yıldır haksızlığa uğramış yüz binlerce aile var.

Berkin ailesi sadece sonlardan bir örnek.

AİHM arşivine bakın vahametin muazzam boyutunu anlayın.

İki yüzlülüğün daniskası ise şurada:

Bir muktedir iktidarda müttefik değiştirdi diye Ergenekon ve Balyoz dosyaları - ki içleri bir hayli doluydu - lağvedilince Türkiye adalet sistemi bazı arkadaşların zannettiği gibi birdenbire mükemmel olmuyor.

Tam tersine, bir 'kapanmamış insan hakları ihlal dosyaları mezarlığı' olan Türk yargısı şimdi daha da problemli olarak karşımızda.

O günlerden, yani otuz yirmi on yıl öncelerinden bugüne ne değişti?

Sıfır.

Hiçbir şey.

Tersine, eksiye evrildi herşey. 2010'a kadar zaten parçalı bulutlu, içinden bölük pörçük ve ağır aksak olan yargı, 2014 sonrasında yürütmenin kurnazca, kandıra kandıra, yavaş yavaş attığı idari adımlarla iktidarın Stalinist bir kolu haline geldi.

16 Nisan referandumu sayesinde son HSK atamaları ile de 'bağımsız yargı' mefhumu hakkın rahmetine kavuştu. Ruhuna el Fatiha.

Karşımızda enkaza dönmüş bir araba var ve bize 'bu çalışıyor' demekten utanmayan bir grup yalancı var.

Bilmem anlatabiliyor muyum?

Bazı meslektaşlarımız hukuku hukuk yapan en temel söylemi o zaman da iplemiyorlardı, şimdi de iplemiyorlar:

'Suçu ispatlanana kadar herkes masumdur.'

Demokrasilerde bunun örneklerine pek bir nostajiyla sarılırlar.

Ama onlara göre Türkiye farklıdır:

''Masumiyetini ispatlayana kadar herkes suçludur.''

Ha, o yüce söyleme ancak ve ancak 'kendilerinden' gördüklerinin başına iş gelince sarılmayı, o iş kendi istedikleri gibi bitince de geri kalan haksızlıkları unutmayı da pek iyi bilirler.

Çünkü temel güdü, iktidar, işveren ve eş-dostun öncelikli çıkarları ve hedefleri ile uyumlu olmalıdır.

Böyle bir ifrat tefrit arasındayız medyada ve bu değişmiyor, değişmeyecek.

15 Temmuz Darbe Girişimi duruşmalarında ifadeler geldikçe, bu utanç verici durum bir kez daha su yüzüne çıktı tabii.

Kaç zamandır bakıyorum, tek sesli bir koro gibi halka 'darbede yer alan Gülencileri' ballandıra ballandıra, bir bin katarak anlatıyorlar. resmi söylem onlara hangi kavramları kullanmalarını 'emretmişse' onları kullanarak.

Bir zamanlar Ergenekon kelimesinin olmayan bir yapının adı olduğunu, kullanılmaması gerektiğini söylüyor, sözde Ergenekon sözde Balyoz gibi ifadeler kullanıyorlardı; çünkü baştan yargılamış ve hepsinin masum olduğuna dediğim gibi baştan kesin kanaat getirmişlerdi. Şimdi hepsinin suçlu olduğuna kesinkes kani oldukları için dağa taşa FETÖ diyorlar.

Zekamızla alay ediyorlar.

Oysa biz bu darbede Gülencilerin yer aldığını zaten biliyoruz.

Bu konuda, aklı başında olan herhangi bir gazetecinin kuşkusu yok. Tabii ki onlar darbenin bir parçasıydılar.

Ama asıl mesele o değil.

Asıl mesele, Gülenciler dışında bu darbeye katıldığı bilinen başka hangi grupların, hangi saiklerle nasıl katıldığı.

Bu girişimin hazırlıklarının önceden bilinip bilinmediği ve önlenebilir olup olmadığı.

Ve en önemlisi, darbede asıl 'komuta'nın kimde veya kimlerde olduğu; düğmeye kimin/kimlerin bastığı.

Bunları öğrenebildiğimiz ölçüde, 15 Temmuz gecesi katledilen 249 kişinin, sabaha karşı linç edilen zavallı alt rütbeli TSK mensuplarının adına adalet yerini belki bulacak; yolu açılacak.

Bu darbeyi pekala Gülenci bir üst grup o gece tetiklemiş olabilir.

Ama olmayabilir de.

Bilmiyoruz.

Elde somut veri yok.

Olayların akışı tuhaf, anlatımlar çelişkili; aktörlerin hareket şeması, birbiriyle ilintileri şüphe uyandırıcı.

TBMM Komisyonu'nun güdümlü olduğu her tarafından belli olan raporu muhalefete göre yok hükmünde.

Artı Gerçek'te, bu bağımsız haber sitesinde ben de dahil birçok haberci ve yorumcu, kaç zamandır sorular sorup duruyor.

Soranların hepsi birbirinden farklı siyasi aidiyetlere ve merceklere sahip, ama biz burada şunu biliyoruz ki adalet ve vicdan adına dürüstçe her birimiz kendi gördüğümüz tuhaflıklara dikkat çekiyor ve şu anda yapılması gereken en basit şeyi yapıyoruz:

Elde biriken verilere bakıp, parçaları birleştirmeye ve resmi netleştirmeye çabalıyor; sorulması en gerekli soruları sormaya devam ediyoruz.

Neden böyle?

Çünkü aynen o eski toplu davalardaki gibi bir yığın insan kuru yaş demeden, rütbe ayrımı yapılmaksızın birtakım torbalara doldurulmuş durumda ve görüyoruz ki bu gidişle bu davaların sonucundan da adalet filan çıkmayacak.

Türkiye'nin kanayan dosyalarına sadece yenileri eklenecek.

Keşke her kim suçlu ise, suçsuzlardan ayrılıp cezasını çekse.

15 Temmuz davalarında suçlananlar hukuk gereği ifadelerini veriyor ve soru işaretlerine yenilerini ekliyorlar. Tabii ki onlar bir noktaya kadar suçsuz olduklarını söyleyebilir, kanıt varsa sunarlar; ama suçluyu nihai aşamada suçsuzdan ayıracak olan, savcılığın işini iyi yapmasıdır; yargıdır, yargıçlardır.

Hal böyle iken, şu köşe yazısında yer alanlar türünden içler acısı 'değerlendirmeler' tedavülde:

''İddianamenin somut, elle tutulur bir şekilde işaret ettiği en yalın gerçek, Gülen cemaatinin bu darbe faaliyetini çok önceden son derece detaylı bir şekilde hazırlayıp, mutlak gizlilik esası üzerinden kendi mensupları aracılığıyla 15 Temmuz’da icra etmeye girişmiş olmasıdır. Seçilmiş hükümeti devirmeyi hedefleyen bu darbe planı cemaatin ‘abiler’ organizasyonu ile asker kanadının iç içe geçmişliği içinde uygulamaya konmuştur. Bu kadar ayrıntılı bir şekilde planlanıp, bir büyük organizasyon aracılığıyla uygulanan bir darbenin sahiciliği karşısında, kamuoyu ve bazı siyaset çevrelerinde yapılan -darbenin kurgu mu yoksa kontrollü mü olduğu yolundaki- tartışmalar boşlukta kalıyor.

Darbenin gerçekliği ile ona atfedilen sanal gerçeklik arasında gerçekten de büyük bir uçurum var. Ancak bu saptama, kuşkusuz, darbe gecesi sorumluluk konumunda olan komutan ve istihbarat sorumlularının hareket tarzlarının sorgulanması, tartışılması gereğini ortadan kaldırmıyor.''

Bu yazıya eksen teşkil eden akıl yürütmenin gerisinde, darbe gecesi kaydedilen bazı kule-pilot haberleşmeleri var. 'Bu konuşmalar olmuş, yani arka planda bir kurgu var, yani bir gizli örgüt bunu yapmış' tarzında, zayıf bir olmayana ergi metodu.

'Çok fena çok gizli bir örgüt bu, mutlaka yapmışlardır' demekle, siz sadece bir iki cümle kurmuş oluyorsunuz, o kadar.

Arjantin veya Şili'deki herhangi bir çocuk gibi Türkiye'deki ilkokul çocukları da darbelerde bir emir-komuta zinciri olduğunu, esas sorumluların tepedekiler olduğunu biliyor.

Bu pilotlara; köprüleri tutan TV kanallarını basan emir kulu teğmen veya askerlere kim hangi zincir üzerinden emir verdi?

Genelkurmay Başkanı, sadece uçuşlara değil, tüm askeri hareketleri o gece neden yasaklamadı?

Kuvvet komutanları neden alarma geçirilmedi?

Anayasal düzene bir tehdit algısı o kadar net olduğu halde, o gece kamuoyu neden bilgilendirilmedi?

Darbe şaka değildir; tepeden inme bir iştir.

Darbe gibi bir insanlık suçunu irdeleyip yargılayıp adalet tevdi edecekseniz, bu 'tepe'ye odaklanılıyor mu ona bakacaksınız.

Eğer ülkenin ana muhalefet partisi başkanı, Kılıçdaroğlu, 'kontrollü darbe' lafını birkaç kez tekrarlamış ise, hedefiniz o lideri allem kallem edip ne demek istediniz' diye konuşturacak, onun anlatımını, varsa bildiklerini, kamusal tartışmaya katkı adına haberleştireceksiniz.

Gazeteci iseniz, işiniz peşin hüküm ilan etmek, manipülasyon değildir.

İşiniz, her veriye serinkanlı bakarak yargının işini yapıp yapmadığını denetlemektir.

Elbette ki değerlendirmelerinizin yargıya yardımcı olabileceğini bilerek.

Her neyse, bazı arkadaşlar bir zamanlar başkalarında ayıpladıkları şeylerin aynısını kendileri yapıyorlarsa o onların problemi.

Biz her zamanki gibi soru sormaya devam edelim:

15 Temmuz'un topyekun Gülencilerin eseri olduğuna Türkiye'yi inandırmak için varını yoğunu ortaya koymuş olanlardan bir  emekli albay, Ahmet Zeki Üçok, 'darbe girişimine katılan tek bir Atatürkçü yok!' demiş ve eklemiş:
 

 

"Darbe girişimine katılan subayların tamamını tanıyoruz. Biz bu isimleri yani FETÖ'cü askerler listelerini bütün kurumlara gönderdik. Bizim verdiğimiz isimlerin tamamı darbeye katıldı.''

O zaman soralım, çünkü sorulmamış kendisine:

''Bu isim listesini ne zaman gönderdiniz? Darbeden önce mi sonra mı?''

Nedir bunun cevabı?

Sonra gönderdiyseniz pek bir anlamı yok. Bu sadece tanıklık anlamına gelir, eğer ilerde kuru-yaş karışımına yani adaletsizliğe yol açarsa, hanenize ahlaksızlık, kurumu satmak olarak -yazılır, o sizin sorununuz.

Ama önce gönderdiyseniz, ve kurumlar aldırış etmediyse, ortada muazzam bir ihmal, veya kötü niyet var demektir. O zaman o 249 sivil ve zavallı askerler boşuna öldü demektir.

Üçok'un iddiasını ciddiye alırsak, şu anda tutuklu bulunan 167 generalin tümünün 'FETÖ'cü' olduğuna inanmamız gerekiyor.

Yani, TSK'de görevli generallerin toplamının yüzde 48'i, neredeyse yarısı Gülenci oluyor.

Bu inandırıcı mı?

İşi bu hale geldiyse, bunu anlamamız için Üçok ve benzeri TSK mensuplarının ille de darbe olmasını beklemeleri görev ahlakına sığıyor mu? Çürümeye bunca yıl göz yuman bir personel olduğuna inanmamız mı isteniyor?

Devam edelim.

'Yurta Sulh Konseyi' davasında savunmasını yapan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'ın eski özel kalem müdürü Kurmay Albay Osman Kılıç, darbenin üç ayrı grup tarafından emir-komuta zinciri içinde yapıldığını, rütbeli ve rütbesiz TSK personelinin kullanıldığını iddia ediyor.

Şehit Ömer Halisdemir'e, 'bildiklerini anlatmasın' diye Semih Terzi'yi vurma emri verildiğini iddia eden sanık Kılıç, "Çocukları örgütün okullarında okuyan ve Bylock kullanıcısı olduğu iddia edilen şehit Ömer Halisdemir'in görevi tamamladıktan sonra öldürülmesi emri verildiği yönünde iddialar var" yönündeki ifadeleri üzerine salondan tepkiler yükselmiş.
 

 

Tabii bu hengamede Kılıç'a 'kim bu gruplar anlatın' diye de sorulmamış, Halisdemir'in çocuklarının Gülen okullarında okuyup okumadığının, kendisinin Bylock kullanıcısı olup olmadığının araştırılmasına karar veren de olmamış.

Yargı, aynı yargı.

12 Eylül darbe davası, Ergenekon-Balyoz, Dink davası, Malatya Zirve katliamı davası, onda faili meçhul davası nasıl, kaba tabirle piç edildiyse, nasıl onca müşteki ve mazlum mağdur bırakıldıysa, korkum odur ki bu davalar da böyle gidecek.

Birtakım meslektaşlar da gerçek peşinde değil takım tutma veya hesaplaşma derdinde oldukları için bu kirli çark böyle dönecek.

Olsun, biz Artı Gerçek'te soru sormaya devam edelim.

O bile bir şeydir.

 

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi