Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

Can çekişiyor insan halimiz...

Devletin sol ve komünist dahil, her şeye bir oranda tahammülü var, ama içinde Kürt kelimesi geçen her şeyin üstüne şiddetle gittiğine tanık olarak geldik bugünlere.

İlkokula doğduğum köyden bir saat uzaktaki Canik köyünde başlamakla çamurla, boyundan büyük işlere kalkan derenin coşmasıyla, sabahın ayazında yola çıkmayla, Canik’in saldırgan köpekleriyle, okula geç kaldığımızda tek ayak üstünde durma cezalarıyla, civar köylerden okula gelen yaşıtlarımla tanışmıştım. Bunlar yetmemiş gibi o güne kadar tanışmadığım Türkçeyle, kara tahta, kara önlük ve tebeşirle tanışmıştım. Büyüklerimiz sanki söz birliği etmişçesine bizi alıp bir belanın içine atmışlardı... 

Öğretmenimiz nerdeyse köyün hepsinin gözlüklü olduğu, gece karanlığında konuşanlara ‘Bu karanlıkta gözlerin görmediği halde nasıl konuşuyorsun?’ diyerek hayret ettikleri söylenen Hülmanlı Sabri Hoca'ydı. Okula gitmekle Sabri Hoca'yla da tanışmıştım.

Birinci yıl böyle geçti. İlkokulun 2. yılında babam Elâzığ istasyon altındaki mahallede ev kiralayıp bizi yanına götürmüştü. Adı Yeğenkê olan mahallede 2. sınıfa başlamıştık, zor bela 3. sınıfa geçmiştim. Şehirle uyum sağlayıp sağlamamamı koyun bir kenara, baş öğretmen olduğu söylenen okul müdürü Dersimli hemşerimiz çıkmıştı. Yıl sonunda beraber okula başladığımız beni ve kardeşimi odasına çağıran baş öğretmen, kimin yaşça büyük olduğunu sormuş, kardeşimi sınıfta bırakıp, beni 3. sınıfa geçirmişti. O gün kardeşimle beraber başarı ve başarısızlıkla tanışmıştık...

Babam neyin hesabını yaptı bilmiyorum, bizi olduğu gibi evle beraber tekrar köye yollayınca 3. sınıfa Canik köyünde devam etmek durumunda kalmış, okula geliş ve eve dönüşlerimizde çantamızdaki nevalemizi, bize yol versinler diye Sılto’nun acımasız köpekleriyle paylaşmak durumunda kalarak o yılı devirmiştik. Okullardaki tek tek kavgaları, küsme ve barışmaları koyun bir kenara; okula gelişle başlayan, okuldan eve dönüşle devam eden köyler arası maç gibi, günlerce süren öğrenci kavgalarımız da olmuştu o yıl.

Civardaki bütün köyleri yaz boyunca tarla tarla dolaşarak tıraş eden Karêli berberimizden saçlarımızı kestirmemek için nasıl kaçtığımızı ve yaz güneşi altında rengi solmuş gömleklerimizden kurtulmak için parçalaması için köpeğimize giydirerek nasıl parçaladığını yazmayayım buraya. Büyüdükçe ele avuca nasıl sığmaz olduğumuzla tanışmıştık...

Köylülerin bitmeyen mülkiyet kavgalarında tavuğu, hindiyi kapanın soluğu karakolda aldığı zamanlarda, yumurtadan çıkacak olan her civcivin büyüyünce bir gün karakola götürüleceği ihtimali ile tanışmıştım...

Babamın kafasına ne estiyse 4. sınıfla beraber bizi Elâzığ’ın Sako mahallesine taşıdı. Bunun son taşınmamız olduğunu Elâzığ’da yaşayarak öğrenecektik. Evden gizli gazete ve su satmakla, kazandığımız parayla resimli roman kiralayıp duvar üstünde okumakla, sepetçilerle beraber Aile Sinemasına giderek Yılmaz Güney filmleriyle tanışmıştık. Sonraki yıllarda beraber anti faşist mücadele vereceğimiz arkadaşlıklarımın temelini o günlerde atarak, çocukluktan çıkıp, büyüyen hallerimizle tanışmıştık.

Doğduğumuz Dersim’in köylerinde öyle bir ayrım olmamasına rağmen, Elâzığ’a taşınmakla mahallede gizli gizli yürüyen bir ayrımcılıkla, Alevi olmamızla tanışmıştık. Büyüdükçe devlet ve devletin Sünni yüzüyle tanışıyorduk. Ki, şimdi Muharrem ayıdır bundan mutlaka bahsetmeliyim. Annem ve annem gibi Alevi aileler Ramazan ayı boyunca her gece biz çocukları uykudayken sahur zamanı kalkar, oruç tutmak için sahura kalkmışız gibi mutfağın ışıklarını yakarlardı. Ramazan bayramlarına şeker bayramı der, onlardan fazla hazırlık yaparlardı. Bunun böyle olmadığını herkes biliyordu ve kimse bir şey demiyordu. Bu durum zulme sessizce baş eğmekti, bununla kalmayacaklarını bu ayrımcılığı katliamlara vardıracaklarını daha sonra Maraş Katliamı'yla beraber öğrenerek tanışacaktık. Annem bu dünyadaki ömrünü tamamlayıp gitti ama ben onun ramazan ayı boyunca her gece uyanıp mutfağın ışığı yakarak sahur boyunca öylece bekleme kaygısını hâlâ bir yara gibi taşırım yüreğimde.

Anneler babalar bizden çok önce Zulmün sinsi, alttan alta yürüyen yüzüyle tanışmış anne ve babalarımızın tek dertlerinin bizleri koruyup kollamak olduğunu büyüyerek gün gün öğrenecektik...

Bazı tanışmalarımız sindirilir gibi değildi. 1 Ağustos 1991 günü şartlı salıverilmeyle bütün bir Türk solu cezaevinden salıverilirken, TCK’nın 125 maddesinden yargılanan Kürt solundan tüm mahkûmlar içeride bırakılmıştı. Bıçakla ortadan ikiye ayrılmış gibi yarı tarafım içeride, yarı tarafım dışarıya çıkmış gibi acı duymuştum. Sonraki yıllarda devletin solu Kürtlerden uzak tutmak için sinsi bir plan uyguladığını, her parti kuruluş ve kapatmada, her seçimde yaşayarak tanık olacaktım. Devletin sol ve komünist dahil, her şeye bir oranda tahammülü var, ama içinde Kürt kelimesi geçen her şeyin üstüne şiddetle gittiğine tanık olarak geldik bugünlere.

Velhasıl, Türkiye’de özellikle son kırk yılda büyümek hiçbirimiz için kolay olmadı. Kime dokunsan bin ah duyarsın. Çocukluğumuzu, gençliğimizi işgal etmeleri yetmemiş gibi uyandığımız her günü ve günün her saatini işgale kalkıyorlar. 2. kayyım devri de bunun bir tezahürüdür. Şimdi meşru direnme hakkı dışında başka bir hakkı kalmamış olanların direnişiyle tanışıyoruz. Biz ‘gökte kuşlar var’ dedikçe, onlar ‘Yok’ demekle kalmayıp göğü kuşsuz bırakmak için ellerinden geleni yapıyorlar. Huzurumuz her gün bir gösteride vuruluyor, yerde sere serpe. Can çekişiyor insan halimiz...


Not: Yer isimlerinin yeni isimlerini değil de, eski hallerini bilerek kullandım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi