Cinayet ekonomisinin katilleri

Eğer bir ülkede, işçi ölümleri hakkında sekiz yıl önce yazılmış bir yazı sekiz yıl sonra da geçerliliğini koruyorsa, orada “kaderden” değil “cinayetten” söz edilebilir ancak.

Mecidiyeköy’de yeni bir işçi katliamı gerçekleşti, 10 işçi asansör ‘kazasında’ öldü. Türkiye görmemekte ısrar ettiği işçi cinayetlerinin yeni bir örneğiyle daha karşılaştı.

Soma’yı sessizlikle geçiştirmeye çalışan bir topluma, sessizliğin yeni cinayetlere olanak vermekten başka işe yaramayacağını hayat yeni bir felaketle bir daha hatırlattı.

2014’ün ilk 8 ayında bin 270 işçi, iş cinayetlerinde hayatını kaybetti.

Ağustos ayında ise yaşamını yitiren işçi sayısı 158.

Katledilen işçilerin çoğu, yevmiyeyle sigortasız çalışan işçiler.

Türkiye’de sürekli ve düzenli olarak her gün 4 işçi ölüyor.

Türkiye, Avrupa’daki ölümlü iş kazalarında birinci.

Dünyada da Çin’den ve Meksika’dan sonra üçüncü.

Bu insanlar, Almanya’da olsa yaşayacak iken Türkiye’de doğdukları için ölüyorlar. Her yüz günde, Soma katliamındakinden de fazla insan ölüyor. Ama bizim toplumsal vicdanımız adeta nasırlaştı, tek bir insanın ölümü çığlık atmak için yeterli iken, biz ayağa kalkmak için ya önceki günkü gibi korkunç bir vahşet ya da Soma gibi bir katliam bekliyoruz. Ayağa kalkmadığımız, itiraz etmediğimiz için cinayet ekonomisinin her düzeydeki katilleri gözümüzün içine baka baka hayasızca yalanlar söylemeye devam ediyor.

İstatistikler cinayet ekonomisinin kan içtikçe arsızlaştığını gösteriyor. 2004 yılından itibaren madenlerdeki iş kazaları dört kat arttı. Madenlerde, tersanelerde ölen insanların birçoğu göç edenler. Hayata tutunamayanların iyice yok sayıldığı bir yapı oluştu. Hayata insan üzerinden değil, üretimin niceliği üzerinden bakan vahşi bir dönem yaşıyoruz. Bu dönem, ‘müteahhitlerin altın yılları, işçilerin ise ‘kara yılları’ olarak tarihe geçecektir.

Türkiye, topraktan sermaye birikimi yapmaya kalkışmanın beyhude çabasını, zavallı yoksullarını öldürerek yaşıyor. ‘Toprağı değerli kılıp, buradan bir sermaye birikimi yapalım. Yeni bir zenginlik oluşturup, bunu paylaşalım’ dediğiniz zaman, bir toplumu ancak o toprağın izin verdiği kadar geliştirebilirsiniz.

Rant, en önemli gelir kaynağı oldu. Çok değerli bir yer aldınız. 4 yıl içinde 10 misli değerlendi. Sattığınız vakit, vergi vermiyorsunuz. İnşaata abandıkça abanıyorlar, üretken olmayan bir yatırıma sermaye gidiyor. Kazandığınız para da vergilenmiyor. Toprak rantıyla suni bir zenginlik oluşuyor. Ranttan zenginleşen müteahhitler siyaseti finanse ediyor. Siyasal iktidar da ‘havuz’ dedikleri yapıyla müteahhitleri finanse ediyor. Al gülüm-ver gülüm!

Bu son döneminin en imtiyazlı sınıfı müteahhitlerdir. Bütün yasalar onların lehinedir. Kentsel dönüşüm yasalarını inceleyin; müteahhitlerin, ‘özel mülkiyet hakkına’ zarar verecek ayrıcalıkları olduğunu görürsünüz. Toprak üzerinden sermaye birikim modeli, vahşi bir cinayet ekonomisini doğurdu. Sonra bu ekonomi kanla beslenen bir canavara dönüştü.

Bu canavarı kim besliyor?

İşçi cinayetlerini kim işliyor?

Bu cinayet ekonomisinin katilleri kimler?

AB ile müzakerelerinde, önünde hiçbir engel olmadığı halde siyasi iktidar tarafından açılmayan üç başlık var, bunlardan biri Sosyal Politika ve İstihdam faslı. Bu, 19 numaralı faslın kapsamını; istihdamın artırılması, çalışma ve yaşama koşullarının iyileştirilmesi, uygun seviyelerde sosyal koruma sistemlerinin oluşturulması, sosyal ortaklarla diyalog tesis edilmesi, sürdürülebilir bir istihdam yapısı için insan kaynaklarının geliştirilmesi, sosyal dışlanma ve yoksullukla mücadele edilmesi, kadın ve erkekler için eşit fırsatlar sağlanması oluşturuyor. İş hukuku mu istiyorsunuz, iş sağlığı ve güvenliği mi amaçlıyorsunuz, kadın ve erkek arasında eşit muamele mi peşindesiniz, ayrımcılıkla mücadele, sosyal diyalog, istihdam, sosyal içerme ve sosyal koruma mı hedefliyorsunuz, bu faslın gereklerini yapacaksınız ve cinayet ekonomisi sona erecek.

AKP İKTİDARI NEDEN BU FASLI AÇMAZ?

Sosyal Politika ve İstihdam faslının müzakerelere açılabilmesi için 19 Ocak 2007’de Almanya’nın Dönem Başkanlığı zamanında iki adet açılış kriteri istenmişti. Bunlardan ilki, sendikal hakların, özellikle örgütlenme, grev ve toplu sözleşme hakkı açısından AB standartları ve ilgili ILO anlaşmaları ile uyumlu olmasının sağlanmasıydı. Türkiye’nin mevcut kısıtlamaları ortadan kaldırması, kamu ve özel sektörü de kapsamak üzere bu alanda tamamen gözden geçirilmiş bir mevzuatı kabul etmesi beklenmekteydi, hala da beklenmekte…İkinci açılış kriteri ise tüm işgücünün yararı için, bu faslın kapsamındaki alanlarda yer alan AB müktesebatının aşamalı olarak iç hukuka aktarılmasını, uygulanmasını ve yürütülmesini içeren bir eylem planının Avrupa Komisyonu’na sunulmasıydı. Hala bunun sunulmasını bekliyorlar.

Geçen Temmuz ayının başlarında Çalışma ve Sosyal Politikalar Bakanı Faruk Çelik ve Üçlü Danışma Kurulu, 19. Sosyal Politika ve İstihdam Faslı çalışmalarını değerlendirmek üzere bir araya geldi.19 faslın iki önemli kriterinin olduğunu vurgulayan Çelik, “bir tanesi eylem planının hazırlanması. Bu konuda sorunumuz şu anda yok. Tüm dokümanlarımız şu anda hazır. İkincisi de sendikal mevzuat ile ilgili standartlarımızın uyumu konusu. Bu konuyu gerek Brüksel ziyaretimde gerekse diğer bütün toplantılarda ele aldık. Bir kez daha Üçlü Danışma Kurulunda bugün bütün veriler değerlendirilecek. Ona göre bir ortak niyet beyanı oluşturacağız” demişti. Oluşturuldu mu, ne gezer…2007 Ocak’tan 2014 Eylül’üne ‘ölen ölür, kalan havuzcu müteahhitler bizimdir’ sloganıyla geldik.

Ortak irade beyanı ortalarda yok ama her gün düzenli ve sürekli ölenler için ‘şehitlik’ mertebesi var, meydanlarda ‘Fatiha’ okuma var…Bir tek sosyal politikalar faslını açmak için gerekeni yapmak yok…Siyasal İslam’ın vicdansızlığı, ahlaksızlığı, utanmaz yalancılığı, hırsızlık ve katillik üzerinden vurdumduymaz bir şekilde semiriyor, ne Soma için yüzü kızarıyor, ne 17-25 Aralık için nedamet getiriyor. Mevcut yönetim zihniyeti Türkiye’yi artan bir ivmeyle Soma’laştırıyor. Yukarıda aşırı ve ölçüsüz makyajlı bir propaganda, aşağıda artıkça artan cesetler…

Önceki gün Mecidiyeköy’de Ali Sami Yen Stadı’nın arazisine yapılan rezidans inşaatında işçileri taşıyan asansör 32. kattan zemine çakıldı ve on işçi daha öldü.

‘Şehit’, ‘Fatiha’ ifadeleriyle muhafazakârların nezdinde cinayet ekonomisi ve katliamları meşrulaştırmaya uğraşıyorlar hala. Bu ölümlere son vermek için AB ile Sosyal Politikalar Faslı’nı açmak için gerekenleri yapmak akıllarından bile geçmiyor. Avanta para için siyasal İslamcılar çıldırıyor, paradan başka hiçbir şeyi gözleri görmüyor artık. Korkunç bir açlıkla ve insafsızlıkla paraları kapışıyorlar. Eskiden ‘yaratılanı yaratandan ötürü seviyorlardı’, şimdi ‘yaratılanı paradan ötürü öldürüyorlar.’ Siyasal İslam’da gelinen son nokta bu işte.''

Amasra'da 41 maden işçimizin taammüden ölümüne şahit olunca, 8 yıl önceki yazımı yeniden yayınlamak istedim.

Durumda bir değişiklik yok çünkü…

Eğer bir ülkede, işçi ölümleri hakkında sekiz yıl önce yazılmış bir yazı sekiz yıl sonra da geçerliliğini koruyorsa, orada “kaderden” değil “cinayetten” söz edilebilir ancak.

İşçilerin sürekli öldürüldüğü bir “cinayet mahalli” oldu bu ülke.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi