Dağlık Karabağ hattında savaş neden şimdi çıktı?

İlk Karabağ  Savaşı’nda da Azeri tarafında Afgan mücahitler vardı. Bu anlamda paramiliter güçlere belki Azeri tarafı yabancı değildir.

Dağlık Karabağ hattında 27 Eylül’de başlayan çatışmalar bu kez çatışmadan ibaret kalmadı, 1994’teki "ateşkes" sonrası gerçekleşen ilk kapsamlı savaşa dönüştü. Yani artık 2. Karabağ savaşı olarak anılmayı hak ediyor. Savaşı durdurmaya ve tarafları masaya davet eden diplomatik çabalar bu kez genel anlamda bir hayli etkisiz kaldı. Tabii bu gelinen halde bölgenin belirleyeni pozisyonundaki Rusya ve Türkiye’nin hesaplarının göreli olarak uyuşmasının savaşın uzamasında önemli ölçüde belirleyici olduğunu söylemek mümkün. S-400 tartışmaları etrafında Türkiye’nin NATO ve Rusya’yı "idare eden" yaklaşımının payı bu konuda büyük.

Fakat bu durum dün öğle saatlerinde başlayan ateşkes anlaşmasıyla kısmen değişti. Geçtiğimiz Perşembe günü Putin yönetimi "insani ateşkes" çağrısı yaptı. Ertesi gün Ermenistan Dışişleri Bakanı Zohrab Mnatsakanyan ve Azerbaycanlı mevkidaşı Ceyhun Bayramov, Rusya Dışişleri Bakanı Lavrov’un nezaretinde masaya oturdu. Yaklaşık on saat süren toplantının sonunda yine Lavrov açıklama yaparak ateşkes konusunda anlaşmaya varıldığını ve AGİT Minsk Grubu eş başkanlarının ara buluculuğuyla, barışçıl bir çözüme mümkün olan en kısa sürede ulaşmak amacıyla esaslı müzakerelerin başlayacağını duyurdu. Müzakereler ateşkesin hemen öncesine de  yansıyan tarafların bitmeyen hıncı ve masa dışında kalan Türkiye’nin en kısa zamanda geliştireceği provokasyonlar nedeniyle ne kadar başarılı olur şimdiden kestirmek zor. Fakat bu ateşkesin, müzakerelerin, barış ve çözüm umudunu beslediğini görmek; sağlanan mutabakatın da Rusya’nın hanesine yazılan yeni bir puan olduğunu söylemek mümkün.

Bu yazıda savaşın mesela on yıl önce değil de neden şimdi çıktığını tartışmaya çalışacağım. Muhtemelen bir çok neden var fakat en temelde içinde bulunduğumuz, postmodern karakterli yeniden paylaşım savaşının bu zeminin belirleyeni olduğunu söylemek mümkün. Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası başlayan savaş "Arap Baharı" diye adlandırılan süreçle birlikte derinleşerek yeni bir boyut kazandı. Bu zemin ABD’nin göreli olarak gerilemesi, Çin, Rusya gibi güçlerin (Rusya Federasyonu’nun özellikle Suriye ve Ukrayna krizlerinde oynadığı rolle) hegemon, emperyal bir güç olarak sahneye yeniden çıkışlarına şahit olduk. Böyle bir arayış Türkiye’yi yönetenlerin de hülyalarını süslüyordu. ABD ve AB’nin desteğini de alarak Fetullah Gülen organizasyonun kolaylayıcılığında  önce "yumuşak güç" olarak dünyanın sağına soluna atılan ağlar zamanla iktidarın değişen ittifaklarının da etkisiyle militarizmin ön plana çıktığı politikalarla geri toplanmaya başlandı.

Bunu yapmak için elbette tarihi, intikamı alınması gereken bir mesele olarak kavrayıp çoğu küllenmiş olgunun yeniden kurcalanıp, mümkünse aleve dönüştürülmesi bu zihniyetin alameti farikasıydı. Nitekim bugün Kıbrıs’ta Maraş’ın açılmasıyla tırmandırılan gerilimde, Yunanistan’la çıkarılan çıngarda, Irak’ta Suriye’de, Libya’da ve tabii ki Dağlık Karabağ hattında olanlar biraz da budur.

Suriye’de sürmekte olan savaş Türkiye’nin emperyal bir kimlik edinmesi arayışında bir dönüm noktası oldu. Rejim, buradan tecrübe edilen ya da bir anlamda da bahşedilen deneyimler sayesinde güç kullanarak kendine yer açabileceğini öğrendi. Daha önce Dağlık Karabağ hattında 2016’da yaşanan çatışmada da Türkiye’nin dikte edici rolü ön plana çıkmıştı. Bu Sovyetler Birliği’nin dağılması sonrası döneme kadar uzatabileceğimiz tasarrufların, belli bir ideolojik kimliği de olan yayılmacı politikaların o günkü tezahürüydü.

Bu yıl Temmuz ayında Tavuş bölgesinde Azerbaycan’ın yaşadığı göreli bozgun sadece Azeri kamuoyunu bu konuda bilemedi, yıllardır yakın iş birliği içinde Azerbaycan ordusuna yatırım yapan Türkiye’yi de kızdırdı. Tavuş’taki çatışmanın halen ne maksatla başlatıldığı açık olmamakla birlikte Türkiye’nin orada yaşananları ve politik yansımalarını bir tür tecrübe olarak değerlendirdiği açık. Çatışmanın hemen sonrası hem Nahçıvan hem de Azeri ana karasında gerçekleştirilen tatbikatlarla bugünkü savaşın provası yapıldı. Sonrası uygun bir "boşluk hali" olarak görüldü. Dünya korona salgınıyla uğraşıyordu, BM epeydir bir çok konuda işlevsizdi, Amerika seçimlerle, Rusya Belarus’la ve başka sorunlarla (Şimdilerde buna Kırgızistan da eklendi.) meşgul ve Ermenistan’ın ekonomisi Mayıs ayında önceki yıla göre yüzde 12,8 küçülmüştü. Paşinyan yönetimi korona salgınına karşı yetersiz kalmıştı, Ermenistan içindeki siyasal çekişmeler de sonlanmamıştı… 

Bence en önemlisi Paşinyan yönetiminin "Kadife Devrim"in sağladığı enerjiyi zamanında olumlu bir biçimde kullanmak ve Karabağ sorununa köklü bir çözüm getirmek yerine oyalama siyasetine, milliyetçi hamasete kapılıp gitmesiydi. Karabağ sorununu çözmek için iki yılın yetmeyeceği söylenebilir fakat Paşinyan hükümetinden bu yönde ciddiye alınır bir adımın gelmediği de diğer bir gerçek. Asıl mesele belki de BM kararlarından dahi haberdar olmaksızın Ermenistan’da yaşayanların Dağlık Karabağ sorunu diye bir şeyin varlığını kabul etmemeleri. Bu vurdumduymazlıkta, kuşkusuz egemen ideoloji olarak milliyetçiliğin dolayısıyla politikacıların ve toplumun düşünsel yapısını şekillendirenlerin payı büyük. 

Özetle Türkiye’yi yönetenler genel konjonktürün müsaitliğini kullanarak Karabağ  sorununu ve bunun paralelinde açılacak olan savaşı bir "zafer" olanağı; aynı zamanda Gürcistan, Azerbaycan üzerinde var olan hegemonyalarını artırmanın bir yolu  olarak görüp değerlendirmeye karar verdiler.

Teknoloji ve paramiliter güçler

Savaşın çıkmasında Aliev hanedanlığının yıllardır silahlanmaya yatırım yapmasının yanı sıra günümüzün silahlarının ulaştığı teknolojik boyutlar da belirleyici önemde. Birinci Karabağ Savaşı’nda daha çok doğrudan piyade çatışmasına dayalı bir tarz hakimdi. Kaldı ki o günün koşullarında en azından Azerbaycan tarafının ne kadar düzenli bir ordu şeklinde olduğu tartışılır. Şimdi ise başta SİHAlar olmak üzere etkin bir biçimde silahlanmış bir Azeri ordusu var. Aynı zamanda insan kaynağı olarak da Dağlık Karabağ tarafında savaşanlardan çok fazla. Benzer teknolojilere Karabağ güçleri de sahip ve yüksek konumda mevzilenmenin avantajını da kullanıyorlar. Fakat bu kez savaş cephe hattıyla sınırlı kalmadı. Karşılıklı geri planda kentlere de atak yapıldı. Daha etkili olan Azerbaycan’ın saldırılarıydı. Karabağ’da yaşayanların yarısı (yaklaşık 70-75 bin kişi) bölgeyi terk etmek zorunda kaldı.

Savaş Türkiye’nin ürettiği SİHAların etkin bir biçimde kullanıldığı adeta bir reklam alanına dönüştü. Ukrayna ve Sırbistan daha sıcağı sıcağına bu SİHAlardan almak istediklerini açıkladılar. Aynı zamanda Karabağ tarafı ise bu ve benzer SİHAlardan yüzün üzerinde miktarda düşürdüğünü söylüyordu.

İkinci Karabağ Savaşı’na güç başlığına dahil olan ikinci öge ise Türkiye’nin Suriye sahasında SADAT gibi kuruluşlar aracığıyla organize ettiği paramiliter güçler. Türkiye başka sahalarda da etkin bir biçimde kullandığı bu unsurları Güney Kafkasya’ya da taşıdı. İlk Karabağ  Savaşı’nda da Azeri tarafında Afgan mücahitler vardı. Bu anlamda paramiliter güçlere belki Azeri tarafı yabancı değildir. Fakat bu kez uzun vadede Türkiye’nin yönetiminde Azerbaycan’ı, İran’ı, Rusya Federasyonu’nu ve Gürcistan’ı tehdit eden bir zeminin şekillenmesine yardım eden bir güce dönüşme olasılığı var. Şimdiden özellikle İran ve Rusya bu konuda hassasiyetini en  azından sözlerle göstermeye başladı.

Gerçekler ve hayaller

Paşinyan büyük beklentileri temsil eden biri olarak başbakan oldu. Ne kadar iktidar olabildiği, halkın hayallerine ne kadar karşılık verebildiği ise tartışılır. Örneğin 2019’da görece iyileşmeye rağmen yoksulluk ve işsizliğe herhangi bir çare bulabildiği söylenemez. İşsizlik oranı yüzde 20’lerde bu rakam gençler de ise yüzde 35.

Paşinyan kendisini herhangi bir ideolojiden uzak "insanların mutluluk ve özgürlüğünün önemli olduğu bir dönem başlatmayı" önüne koymuş biri olarak tanımladı. Bu sözlerin sahibi söyledikleri konusunda samimiyse gerçekten bir safmış deyip geçebiliriz. Bunun böyle olduğunu sanmıyorum ama bu çok da önemli değil. Devrimci perspektiften yoksun olduğunu bildiğimiz Paşinyan’ı iktidar koltuğu maalesef sağduyudan da mahrum bıraktı. Güç ilişkilerini seyrini hesap edemezken, hatta başlangıçta hâlâ Türkiye’yi Batı kampına dahil diye değerlendirme yanlışlığına bile kapıldı. Şimdi Türkiye’nin "emperyal hedefler ve Soykırım’ı devam ettirmek amacıyla" bu savaşı başlattığını anlama noktasına gelebildi. Halbuki onun kulağına bambaşka şeyler fısıldamışlardı.

Ermenistan küçük olmasına rağmen, tarihsel çekişmeler ve stratejik önemi nedeniyle ciddi bir kuşatılmışlık ve aynı zamanda yoğun ilginin boğuntusunu yaşıyor. Burada "bağımsız, özgür" bir biçimde ayakta kalmak, ciddi bir  stratejiniz yoksa baştan kaybedeceğiniz bir iddia olur. Paşinyan yönetiminde ise sadece strateji değil anladığım kadarıyla böyle bir iddia da hiç olmadı. Deneme yanılma yoluyla ilerlenen yol da kuşkusuz büyük güçlerin açacağı bir mecrada ancak olabilir…

Azerbaycan toplumuna gelince maalesef bir çok alanda çekilen açlık adeta onlarda bir zafer, intikam arayışı gözü dönmüşlüğü haline gelmiş . Azerbaycan demokratik olmaktan bir hayli uzak bir hanedanlık. İlham Aliev babası Haydar Aliev’den aldığı iktidarı bir "kaza" olmazsa muhtemelen oğluna devredecek. Ekonomi deseniz zengin gaz ve petrol kaynaklarına rağmen halk adeta avucunu yalıyor. 10 milyonluk nüfusta kişi başına düşen gelir miktarı yıllık 5 bin dolar. O kadarına kaç insanın ulaşabildiği de meçhul. Gençlerin ülkede bir gelecek beklentisi yok, yolunu bulan batıya göç etmeye çalışıyor. Ülkeyi yönetenlerin de onlara Karabağ’ın fethinden başka bir vadi yok. 

Diğer tarafta ise ülkenin kaynaklarını Londra’larda, Dubai’lerde har vurup harman savuran bir hanedan ailesi var. Hanedanlık aynı zamanda aleyhte kararlar çıkmaması için Avrupalı politikacılara milyonlarca dolar dağıtmakla meşgul.

Bütün olanlara rağmen savaş bölgesinde izlediğim bazı röportajlarda tepesine düşen bombaya aldırmayıp "orayı mutlaka alacağız…" diyenler de var. Nedense bu tablo bizim memlekette zor şer sığıştığı gecekonduda, hiç gitmediği, görmediği bir coğrafya için "vatanı böldürmeyeceğiz…" diyenleri aklıma getirdi.

Sonuçta Aliev’in saltanatını sürdürmek için "fetih"le zihnini doyurmasının zorunlu olduğu bir toplum var. Bunu beceremediği takdirde bu sefer açların ona gözü dikmesi kaçınılmaz olur. O zaman Aliev kendisine "gardaş…" diyenlerin yaptığı "aşağıdan" çalışmalar sayesinde iktidarının epey havada kaldığını ama bu tuzaktan kurulmak için de bir hayli geç kaldığını görecektir.

Özetle İkinci Karabağ Savaşı için koşulların fazlasıyla müsait olduğundan, Türkiye’nin bu "olumluklar"ı görüp bu savaşı motive ettiği, başlattığı ve yönettiği bir süreci yaşadığımızı söylemek mümkün. Umarım çabuk sonu gelir ve birlikte yaşamayı önlerine koyan insanların politik mücadelesinin yolu açılır…

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi