ayşe düzkan
daha kötüsü olmayacağına göre…
bu yazıda tartışmaya çalıştığım noktalar belki biraz zaman aşımına uğramış olabilir, daha önce ele alınmaları daha uygun olabilirdi ama malum, mazeretim vardı. diğer yandan, önümüzde benzer aşamaların, süreçlerin ve anların olacağına ilişkin çok alamet görünüyor. o yüzden yazmaya değer diye düşündüm.
hepimizin şahit olduğu gibi, 31 mart seçimleri, herhangi bir yerel seçimin ötesinde anlam kazandı. siyaseti, parlamenter boyutlarının biraz ötesine taşımaya, en azından böyle bir çerçevede düşünmeye çalışanlar açısından bence iki önemli nokta ortaya çıktı.
bunlardan birincisi sandığın anlamıyla ilgili bence. hatırlayanlarınız vardır, bülent arınç, 31 mart öncesinde mansur yavaş için, "sorun şu ki, adam 2014’te seçimi kazandığına ama melih gökçek hilesiyle kaybettirildiğine inanıyor. işin kötüsü ankaralı da buna inanmış," demişti. arınç’ın bile dillendirdiği bu olgu, geçtiğimiz bir sürü seçimin sonuçlarıyla ilgili şaibelerden yalnızca bir tanesi ve bunların çoğu geniş kitleler tarafından biliniyor. ama bütün bunlara rağmen, halkın oy vermeyi hâlâ önemli bir politik araç olarak gördüğü ortada. bu durumun da "sokak"a yönelik vurgularla ve açıklamalarla kolay kolay değişmeyeceği de açık. yani "sandık" geniş halk kesimleri nezdinde meşruiyetini hâlâ koruyor.
ikinci nokta ise şu bence. 31 mart’ta sandıkta kurulan beraberlik, gezi ve haziran’da sokakta kurulanın neredeyse aynısıydı. bir kalkışmanın, hele de bu kadar kendiliğinden, hedefleri bu kadar sınırlı bir kalkışmanın ilelebet sürmesi ihtimali çok zayıf/zayıftı ama oradan bazı araçlar, ittifaklar, en azından beraberliklerle çıkmak mümkündü. böyle bir beraberliği 30 mart 2014 seçimlerinde sağlayamamış olmak, başta chp olmak üzere siyasi partilerin sorumluluğu ya da sorumsuzluğu, bence. başta chp diyorum çünkü hatırlarsınız chp, bütün çabalara rağmen, -bu seçimde, şişli’de chp adayı muammer keskin’e karşı dsp’den aday olan- mustafa sarıgül’ü aday göstermekte ısrarlı olmuştu. yine istanbul’da, hdp’nin seçim çalışmalarında, chp karşıtlığının zaman zaman merkeze oturacak kadar ağırlıklı olması da bir başka talihsizlikti bence. 2014’te ankara’da, mansur yavaş’a oy vermeye ellerinin varmayacağını söyleyenler olduğunu hatırlıyorum. muhakkak ki haklı gerekçeleri vardı. ama kendi adıma, melih gökçek’e karşı yavaş’a oy verirdim çünkü sandığı kendimizi politik anlamda ifade ettiğimiz biricik alan değil basit bir araç olarak görüyorum. ve bugün çok açık, çok aşikâr, çok hayati olan rejim meselesi aslında o zaman da vardı. yine de, geç olsun güç olmasın diyebiliriz.
öte yandan, akp’nin 23 haziran’a çok farklı cephelerde hazırlık yaptığını, işi oylara ve sayıma bırakmama ihtimalinin bulunduğunu tahmin etmek zor değil. çünkü istanbul’da imamoğlu’nun seçimi bir kere daha önde bitirmesi, akp ve onun mhp ile ortaklığı açısından önemli sonuçlar doğuracak. bahçeli’nin, son günlerdeki kürt sevdası, beyhude olsa bile, tabii ki boşuna değil. erdoğan’ın olası bir başarısızlığı binali yıldırım’a yükleme ve böylece tartışılmazlığını koruma ihtimali de var. ama iktidarın tek açmazı istanbul değil; yerel seçim gündeminin gölgesinde kalan ekonomik kriz, taş çatlasa 25 haziran’da merkeze oturacak. yani söylemeye bile gerek yok, muhalefet açısından çok fazla imkân olan bir dönemden geçiyoruz. istanbul’u "almak" da muhakkak ki bunun önemli bir parçası, bir tür sonun başlangıcı. ve bütün bu sebeplerle, siyasi tahayyülü sandığın ötesinde olanlar için dahi, başka bir araç ve hedef yaratılmamışken ekrem imamoğlu’na sadece oy vermek değil, oy istemek de mantıklı bence. ama ona oy verme esnekliğini gösterebilmemiz için bütün öngörülerimizi bir kenara bırakmak mı gerekiyor? ona oy isteyebilmek için aynı zamanda kefil olmak şart mı! bunun için, sanki yerel yönetimlere dair bütün talepler onun yönetiminde yerine getirilebilirmiş gibi konuşmaya gerek var mı! bütün denetim mekanizmaları işlese dahi, kişiliğinden, geçmişinden ve politik görüşlerinden bile bağımsız olarak, imamoğlu’nun, yarın öbür gün bizi mahcup etmeyeceğine ilişkin herhangi bir garanti var mı? bir kişiyi, bir talebi simgeleştirmeden, bayraklaştırmadan savunmak, gerçeği yalnızca gerçeği söyleyerek siyaset yapmak mümkün değil mi? gerçekten her şeyin çok güzel olacağına mı inanıyoruz yoksa hiçbir şeyin daha kötü olamayacağına mı? bence arada dağlar kadar fark var ve bize kulak veren herkes bunu bilmeyi hak ediyor.