ayşe düzkan
demek bir papaz için bana…
bazı konuları anlamak için kıyas bence iyi bir yöntem. örneğin abd’de, cihatçı faaliyetleri sebebiyle tutuklu olan bir imam bulunduğunu, türkiye’nin bu imamın iadesini talep ettiğini ancak bu talebin karşılanmadığını hayal edelim. ne dersiniz bilmiyorum ama böyle bir durumda cumhurbaşkanımızın, "ben tek bir imamımı bütün dünyanın stratejik ortaklığına değişmem!" demesine ihtimal veriyorum ben. bir ülkenin, hakkında insan hakları ihlalleri ve tutuklulara kötü muamele iddiaları bulunan bir başka ülkedeki vatandaşına sahip çıkmaya kalkması o çok sevilen terimle "devlet olmanın gereği" ve bu iddiaların kürtler ve solcularla ilgili değil de abd’nin bir başka "stratejik ortağı" olan cemaat temsilcileriyle ilgili olmasının, daha fazla duyulmasını ve dikkate alınmasını sağladığını da unutmayalım. evet, söz konusu tutuklu bir rahip değil de seyyah, bir madde taciri ya da seks işçisi olsaydı durum farklı olurdu, ayrıca abd’nin hemen yakın geçmişte brunson’ı talep edebileceği başka anlar oldu. ama durumu iç kamuoyuna izah etmek gibi bir etmen de var.
olup biteni açıklamak için bu yeterli değil, tabii ki. türkiye’nın abd karşısındaki zayıflığı kısaca emperyalist ilişkiler adı verilen çok daha yapısal, sistemsel bir şeye dayanıyor. ama bu da demek değil ki söz konusu kriz kaçınılmazdı.
tek adam rejimleri, aynı zamanda belli bir ruh halindeki adamlar da gerektiriyor ve bu açıdan baktığımızda putin’in de, trump’ın da, türkçe bilseler kasımpaşa’da emanet durmayacaklarını gösteren veriler var elimizde. yani oradan bir şey çıkmıyor.
ama böyle meydan okumalarda halkı perişan olanlar ekonomisi kırılgan yani olabileceği en kötü durumda bulunanlar. bu da genellikle servetin, hukuk dışı yöntemlerle bir ailenin, bir çevrenin elinde toplandığı ülkelerde oluyor; miloseviç’i ve sırbistan’ı hatırlayalım mesela. abd’ye kafa tutulmaz mı, tabii ki tutulur. küba bunun mümkün olduğunu gösterdi yıllarca. ama o meydan okuma konuşmalarını yapan liderler de, yakınları da ülke halkından çok daha farklı bir hayat sürmüyordu.
abd’nin, türkiye’nin ya da bir başka ülkenin -mesela iran’ın- rejiminin o ülke halkı üzerindeki sonuçlarıyla ilgilendiği fikrine gelince… hadi diyelim siyaset bilgisi bugün ve basınla sınırlı olanlar buna inandı ama 1970’li yıllarda, bizzat abd eliyle kotarılan kanlı askeri darbeleri bilecek yaşta olanların bunu iddia etmesi akıl alır gibi değil. her emperyalist güç gibi abd’nin de derdi nüfuz alanı.
peki, türkiye’ninki farklı mı?
bu krizde iran ambargosunun tanınmamasının etkili olduğu doğru tabii ama bu iran’a ve abd karşıtı konumuna destek vermek anlamına geliyorsa, türkiye neden suriye’de kendilerini şia karşıtı olarak tanımlayan tekfirci güçleri destekledi ve desteklemeye devam ediyor?
takip ediyorsunuzdur, suriye hükümeti ve suriye demokratik güçleri arasındaki gerilimin masa başında çözüleceği bir dönemece girildi. diğer yandan, suriye hükümetinin türkiye destekli tekfircilerin bulunduğu idlip’e yönelik operasyonu başladı, operasyona rusya’nın desteği var. abd’nin cihatçıları çekmesi için türkiye’ye süre verdiği yönünde bir rivayet bulunuyor. yani türkiye hem abd hem rusya için suriye’de vazgeçilebilir bir unsur. yani davutoğlu’nun oynak merkez cinfikirliliğinin sonuna geldik. hiç şüphem yok, kendisi başını yastığa koyduğunda gayet rahat uyuyordur.
türk lirasının değeri böyle düşmeden de türkiye’de ekonomik kriz yükseliyordu. ekonomi bilen yazarlar bunu, büyük dış borçlanmayla büyüme gibi süreçleri gayet iyi açıklıyor. ben şuna işaret etmekle yetineyim; türkiye, ab uyum süreciyle birlikte tarım ve hayvancılıktan vazgeçerek kendisini doyuramayan bir ülke haline geldi. bu bizi her yaptırım ve ekonomik kriz karşısında çok çaresiz hale getiriyor. biz derken bu ülkenin tamamından değil, emekçilerinden yani emeğinden başka geçinecek aracı olmayanlardan söz ediyorum. yoksa kapitalizmin krizleri tekelci sermayeyi hep güçlendirir, mevcut durumda siyasi oligarşi ve çevresindekileri de zenginleştirecek. hepimiz, elinde dolar olanların geçen hafta ne kadar kâr etmiş olabileceğini tahmin edebiliyoruz.
krizler, soldan müdahale olmazsa halkın felaketine dönüşür. o yüzden bugün muhalefete düşen sorumluluk eskisinden daha büyük. burada izninizle iki noktaya değinmek istiyorum. sol siyaset emekçi halkın çıkarını ve bizzat kendisini kucaklamayı gerektirir; bundan ibaret olmasa da. yani emekçilerin sosyal ekonomik taleplerini, ağırlıklı olarak siyasetle uğraşanları ilgilendiren siyasal demokrasiye dair taleplerin önüne taşımak gerekiyor. yanlış anlaşılmaya uygun bir şey söylediğimin farkındayım, o yüzden tekrar edeceğim. ekonomik, sosyal taleplere öncelik vermekten bahsediyorum. yani biz ve onlar çizgisini, emekçilerle sermaye ve temsilcilerinin arasından çizmekten.
ikincisi özellikle chp açısından çok önemli bence. chp’nin, devletçi reflekslerinin kürt sorununda bu partiyi nereye götürdüğünü görmüştük. şimdi ekonomik kriz karşısında aynı refleksin adım adım felakete yol açmasına şahit oluyoruz. bu noktada, bir sol parti, bırakın sol partiyi insafı olan bir insan, devletin bekasını değil, halkın refahını merkeze alır. devlete bir şey olmaz ama yaklaşan dalganın sebep olacağı yoksulluk halkı mahvedecek. çünkü bütün devletlerin bütün hatalarının bedelini halk ödüyor! hükümetin demagojilerine teslim olarak, o düşünce yapısının içinden konuşarak muhalefet olmaz, olmuyor da zaten. bir vatan haini varsa, halkın çıkarlarını düşünenler değil, memleketin kaynaklarını, toprağını satanlardır. açıkçası bunları yazmak zorunda kaldığımıza da inanamıyorum. papazı, imamları bir kenara bırakıp soframızı, ekmeğimizi konuşmaya mecburuz. bize bunu unutturanlar da olmaz olsun.