Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Demokrasiniz egalofobi ve çoğunluk kompleksi ile maluldür efendiler!
Bir süredir bu topraklarda dallanmış budaklanmış demokrasi ağacının bazen ince ayar makas müdahaleyle bazen de baltayla kabaca budanıyor olmasına tepki gösteren düşünürler ve siyasetçiler ısrarla konunun iki temel boyutunu ihmal ediyorlar: 1) Küresel düzeyde modernitenin çıkmazı bağlamında post-modern tahribat ve 2) Osmanlı-Türkiye tarihi bağlamında demokrasi ağacının hastalıklı kökleri. Bu ağacın hem hastalıktan korunma/kurtulma için ve hem de daha çok ürün veya yeni ürün vermesi için budanmaya ihtiyacı var.
Birinci boyutu bilahare detaylı ele almak üzere sonraya bırakacak olursak, ikinci boyutla ilgili tespitlere geçen hafta başladığımızı söyleyebilirim.
Bu yazıda, geçen hafta gündeme getirdiğim, irrasyonel denklik/eşitlik korkusu anlamında ‘egalofobi’ hastalığının yanında, onunla ilişkili ama ondan da eski bir hastalık olarak ‘çoğunluk kompleksi’ni gündeme getireceğim.
Sonraki yazılarda somut örnekler ve dönem anlatıları üzerinden detaylandıracağım bu iki hastalıkla ilgili genel açıklamalar ve tespitler dışında bu yazıda, geçen hafta genel hatlarıyla özetlediğim dönemlendirme önerimi en detaylı haliyle sunacağım.
1820’lerden 2020’lere iki yüzyıllık bir hikaye
Dünyanın her yerinde her zaman demokrasi mücadelesinin temel meselesi olan ayakların baş olması (yani avam-havas, yöneten-yönetilen, elit-halk vb. çelişkisi) üzerine eklenen iki meseleyi (yani demokrasi ağacının köklerinde gözlemlediğim iki hastalığı) maddeler şeklinde tekrarlamakta fayda var:
- İrrasyonel denklik/eşitlik korkusu olarak egalofobi.
- Çoğunluğun eş zamanlı üstünlük ve aşağılık komplekslerinin kompleksinden (karmaşasından) oluşan çoğunluk kompleksi.
İddiam odur ki bu topraklarda demokrasi ağacının daha köklerinde, 1820lerden 2020lere iki yüz yıllık modernleşme serüveninde karşımıza çıkan bu iki hastalık ve yaşamın farklı alanlarında karşımıza çıkan sonuçları ile yüzleşmeden demokrasi, cumhuriyet ve popülizm tartışması yüzeysel kalmaya mahkumdur.
Modernleşmenin doğal parçası olarak görülen demokratikleşme sürecinin ‘doğal savunucusu’ olarak öne çıkan (sağ ve sol) modernistlerin ve kendilerini tepkisellik kıskacına mahkum eden İslamcılar başta olmak üzere tüm modern muhafazakarların bu memleketteki düşünsel köklerini bilmeleri için ve daha da önemlisi sağlıklı bir demokrasi (mücadelesi) için bu yüzleşme zorunludur.
İttihatçıların ve Kemalistlerin düşün ataları olan modernizmin öncüleri konumundaki Genç Osmanlılardan başlamak üzere, bu hastalıkların en sağdan en sola modernist düşünürlerin yakasını bırakmadığını düşünecek olursak, bu zorunluluğu daha iyi anlarız.
Bu yazıda ele aldığım bu iki hastalığın bu iki yüz yıllık süreçte farklı dönemlerde nasıl karşımıza çıktığını farklı boyutlarıyla somut vakalar ve anekdotlar üzerinden anlatmak bu köşenin asıl amacı.
Öncü modernistlerin çoğunluk kompleksi: üstünlük-çoğunluk kompleksleri kompleksi
Fark edileceği üzere, buradaki ikinci ‘kompleks’ kavramını, iki ayrı unsurun diyalektik karışımı anlamında kullanılırken, üstünlük ve/ya aşağılık kompleksi bağlamında birincisini ise (popüler) psikolojiden ödünç almaya cüret ettiğim duygusal durum veya tepki (kapris) anlamında kullanıyorum. Bu komplekslerin her biri kendi başına birer sorun olarak alınmalıdır. Ancak konumuz bağlamında bunların karmaşık bir ilişki içinde bir araya gelmesi durumu vahimleştirmektedir.
Tarih ders kitaplarında öğretildiği üzere, on sekizinci yüzyılda savaş meydanlarında yaşanmış hezimetler sonucu gündeme gelen askeri alanla sınırlı veya öncelikli modernleşme süreci, Osmanlı elitlerinin Hıristiyan alemine karşı besledikleri üstünlük ve hatta kibir duygusunda bir değişime ve ardından bir kırılmaya yol açmıştır.
Bariz ve somut yenilgilerin askeri alanda geri kalmayla sınırlı olduğu (kısmi ve seçici modernleşme) konusundaki ısrarlı algı veya direnç, on sekizinci yüzyıl sonunda, III. Selim döneminde (1789-1808) kırılmaya başladığında gündeme gelen daha kapsamlı algı ve analiz ile daha kapsayıcı çözüm arayışları (mastır plan olarak bütünsel modernleşme), geleneksel düşünce ve elitler tarafından akamete uğratıldı. Ancak ne Osmanlı’nın Batı/Avrupa karşısındaki askeri yenilgileri bitti, ne de askeri alanı aşan bütünlüklü modernleşme arayışları.
Üstelik Osmanlı için öğretici olan yenilgilerin hepsi (kendileri de Batı’yı/Avrupa’yı örnek alan) geç modernleşmiş Habsburg (Avusturya Macaristan) İmparatorluğu’na ve Romanov (Rusya) İmparatorluğu’na karşı alınırken, nominal olarak hala kendisine bağlı Mısır’da modern bir hanedanlık kurmayı başaran Kavalalı Mehmet Ali Paşa’ya karşı yaşanan eziklik, modernleşme sürecinde sergilenen üstünlük ve aşağılık komplekslerini daha da kompleks hale getirecekti. (Üstelik 1820lerin başında ‘Yunan İsyanı’nın Mehmet Ali Paşa sayesinde bastırılabilmesi ile başlayıp mükâfat olarak Mora ve Suriye’nin talep edilmesiyle devam eden ve nihayetinde 1830ların başında Kütahya’ya kadar ilerlemiş olan Mehmet Ali Paşa ordularının da Rusya’nın desteğiyle durdurulabilmiş olması gerçeğinin yarattığı travmalar silsilesi, bu kompleksin derinliği ve kalıcılığı konusunda çok etkili olmuştur
Modernleşme sürecinde Batılı/Avrupalı aktörlere karşı sergilenen bu karmaşık tavır (ruh hali) II. Mahmut döneminde (1808-1839) - iktidarını ilk on beş yılda (özellikle ayanlara karşı) tahkim ettikten sonra - hayata geçirilen daha bütünsel ve sistematik nitelik kazanan modernleşme sürecinde giderek nitelik değiştirmiştir: Batıya karşı üstünlük/kibir duygusu giderek parçalı ve bastırılmış hale gelirken, ülke içindeki yansıması (projeksiyonu) egalofobi olarak karşımıza çıkacaktır.
Ancak buna geçmeden önce hemen eklemeliyim ki 1820lerden itibaren devlet eliyle yürütülen modernleşme sürecine karşı çıkılırken Hıristiyan Batı’ya karşı sergilenen bu ‘aşağılık ve üstünlük kompleksler kompleksi’, farklı zamanlarda sağ ve sol düşüncede karşımıza çıkan birçok sorunun kaynağını bize göstermektedir: 1860ların ikinci yarısında Osmanlılarla başlamak üzere orijinal bir tutummuş gibi sunulan sentezcilik, onunla ilişkili olan (ümmetçilik ve hatta Osmanlıcılık karşımı) millilik veya tam bir çorba gibi içine etnosantrik ulusçuluk da katılan ‘yerli ve milli’ safsatası ve en sonunda bir ergen hasatlığı olarak anti-emperyalizm iki yüzyıllık süreçte farklı retoriklerle karşımıza çıkan tipik taşra/periferi tepkisi veya sonradan karşımıza çıkan üçüncü dünyalılık sakilliğinin farklı tezahürlerinden ibarettir.
Kısaca, üçüncü dünyalılık veya taşralılık kompleksi olarak görülebilecek anti-emperyalizm ve yerlilik-millilik kompleksi, ülkede en sağdan en sola her kesimde karşımıza çıkabildiği gibi, daha genel ‘insani bir durum’ veya ‘toplumsal sorun’ olarak ‘aşağılık ve üstünlük kompleksler kompleksi’ günlük yaşamda da (aile ilişkileri, STK dünyası, sokak veya trafik, dernek vb.)i kısacası her alanda kendini gösterebilmektedir.
Daha sonra detaylarına girmek üzere, bu konuda son olarak şunu söyleyebilirim: Önce Müslümanlık ve daha sonra modern Müslüman-Türklük terkibinde bir çoğunluk hastalığı olarak karşımıza çıkan bu sorun, aslında her kesim için geçerli olan kendi gücümüz veya üstünlüğümüz ile nasıl baş edeceğimizi bilememe sorununa götürür bizi: Her birey ve grup, eş zamanlı olarak hem azınlık (daha güçsüz/altta) hem çoğunluk (daha güçlü/üstün) konumundadır ve benzer sorunları ve tavırları farklı ortamlarda ve zamanlarda konumuna göre sergilemektedir. Toplumsal mesele olarak, güçlü veya üstün olmanın nasıl bir baş belasına dönüştüğünü örnekleriyle tartışmak isterim, ama konumuz bağlamında kolektif kimliklerle sınırlı olarak şunu söylemekle yetineyim: Dinsel veya etnik bağlamda çoğunluk olmaktan kaynaklı sahip olunan daha doğrusu sahip olunduğu sanılan üstünlük kompleksi ve ona eşlik eden (özellikle Batı’ya karşı) aşağılık kompleksiyle birlikte bir hasatlık olarak çoğunluğun başına bela olurken, azınlıkları için de baskı, zulüm ve hatta (dehümanizasyon aracılığıyla) katliam ve soykırım anlamına gelebilmektedir.
Öncü demokratların denklik/eşitlik fobileri
Geçen yazıda ele almaya başladığım bu meseleyi bu yazıda biraz daha açacaktım, ama maalesef buna pek yer kalmadığı için, açmayı sonraya bırakarak şu notu düşmek isterim: Yukarıda ele alınan kompleksler karmaşasıyla (kompleksiyle) yakından ilişkili olan egalofobi terkibindeki ‘fobi’ kavramı, söz konusu endişe veya korkunun irrasyonel olmasıyla ilgilidir. Yani modernleşme sürecinin parçası olarak gündeme gelen demokratikleşmenin kaçınılmaz adımı olarak karar süreçlerine toplumun tüm kesimlerinin eşit şekilde katılma hakkı, mesela çoğunluğu oluşturan on dokuzuncu yüzyıl Osmanlı’sında Müslümanlar için hiçbir hak kaybına yol açmadığı halde, resmi ve özellikle sivil muhalif aktörler tarafından nerdeyse fanatik bir tepkisellikle reddedilebilmektedir. Hatta bu tepki, bir bütün olarak modernleşme ve onun parçası olarak ‘temsili demokrasi’ karşıtlığına yol açabilmektedir.
Temelde hakimiyet-i milliye bağlamında gündeme gelen elitizm sorunu olarak, karar süreçlerinde avamın, halkın, demosun veya cumhurun yeri konusunda havasın ve özellikle modern aydının tavrında ontolojik bir sorun olarak (Cemil Oktay hocaya selamla) ele alınması gereken ‘hum zamirinin serencamı’ ve aynı anlama gelmek üzere kolektif kimlikler bağlamında ele alınması gereken ‘nehna’ zamirinin serüveni, Osmanlı bağlamında birçok kavramı gündeme getirecektir: Ahali, tebaa, umum [amme], kamu, reaya, millet vd.
Geçen yazıda dikkat çektiğim üzere, bu kadim meseleyi modern dönemde ‘erk kaynağı/dayanağı’ olarak kamu(oyu)nu keşfeden modern aydınlar, meşrutiyetçilik bağlamında halk(çılığ)a ve daha sonra milliyetçilik bağlamında modern kolektif kimlik olarak ulusa dayanarak meşruiyet ve temsiliyet iddia etmişlerdir. Ancak, nihayetinde kendi kendini doğrulayan kehanet (self fulfilling prophecy) örneği olarak bu dayatmalarından sonuç alsalar da bu iddiaların bizatihi söz konusu aydınları veya politik elitleri vekâletnamesiz avukatlar/vekiller konumuna soktuğunu da görmezden gelemeyiz.
İçinde bulunduğumuz postmodern çağda yaşanan (küresel) demokrasi krizinin parçası olarak Türkiye’de yaşanan ‘milli ve yerli’ (!) demokrasi krizinde belirleyici rol oynayan bu iki kompleksin geçtiğimiz iki yüzyıllık süreçte karşımıza çıkan tezahürlerini gelecek yazıdan itibaren örnekleriyle anlatmaya çalışacağım.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.