Levent Köker
Denetimsiz, muhalefetsiz ve de siyâsetsiz “kabineler ülkesi”ne doğru!
Yeni bakanlar atandı, devir teslim törenleri yapıldı, görevlerine de başladılar. Cumhurbaşkanlığı’nın internet sayfasında, fotoğraflı olarak ve ilk sırada Cumhurbaşkanı Yardımcısı olmak üzere bakanlıkların alfabetik dizilişiyle “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi” adı altında sıralanıyorlar.
"CUMHURBAŞKANLIĞI KABİNESİ" BİR "KURUL" DEĞİL
Kökü Latince “cavea”ya kadar uzanan, mağara veyâ mahzen gibi anlamları da olan bir kelimenin İtalyanca “gabbinetto” üzerinden Fransızca “cabin”e -ki Türkçe “kabin” olarak hâlen kullanılmakta- evrilerek İngilizce’ye geçmiş hâli “cabinet”, devlet işlerini yürüten kurulu anlatıyor. Mağara veyâ mahzen kelimelerinde de görülebileceği gibi, aslında aralarında şarap gibi içkilerin de bulunduğu şeylerin muhafaza edildiği yer anlamı, evrilmiş ve “danışmanların biraraya geldikleri yer” anlamını kazanmış, buradan da “yürütme kurulu”nu anlatan bir sözcük hâline gelmiş. Görüldüğü gibi, kökeni ve evrimi bakımından hiç de “yerli ve millî” olmayan bu kelimenin siyâsî anlamıyla ilgili püf noktalarından biri de bu evrimin içinde gizli.
İngiltere, biliyorsunuz parlâmenter sistemin beşiği. Bu sistemin “Westminster tipi”ne adını vermiş olan ülke ve kabine sözcüğünün “yürütme kurulu” olarak kazandığı anlamın da beşiği. “Yürütme kurulu”, Türkçe’de yerleşmiş bir tamlama değil. İngilizce “executive council”dan tercüme bu tamlamayı biz “icrâ vekilleri hey’eti” olarak biliyorduk ki, kısaca “hükûmet” de diyorduk, “cabinet government” yerine İngilizlerin sâdece “government” demeleri gibi. “İcrâ vekilleri hey’eti”, “hey’et-i vükelâ” veyâ “vekiller hey’eti”, yerine, 1961’den 2018’de geçilen başkancı sisteme kadar da “Bakanlar Kurulu” tâbirini kullanıyorduk. Şimdi ise “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”!
Terimler ve târihî evrimleri önemli, çok şey anlatıyorlar. Örneğin bizde, Kanun-ı Esâsî dönemindeki “Vükelâyı Devlet” yâni “devletin vekilleri” terimi, Padişah’ın (devletin) işlerini yürütmek üzere vekil tâyin ettiği kişilerin oluşturduğu kurulu anlatmaktadır. Hanedanlıktan “millî egemenliğe” geçildiği devrimci “Meclis hükûmeti” döneminde ise, “icrâ vekilleri hey’eti” kullanılır oldu.
Uzatmayayım. 1920’de açılan TBMM’den 1961 Anayasası dönemine kadar, hükûmet üyelerine, “meclis üstünlüğü” anlayışına uygun olarak, “vekil” deniyordu. 1961 Anayasası ile birlikte “bakan” sözcüğü kullanılmaya başlandı ve böyle de devam ediyor. Ancak, 2018’den îtibâren işler temelden değişti. Artık bir “başvekil” ve “vekiller hey’eti” (hey’et-i vükelâ) olmadığı gibi, başbakan ve bakanlar kurulu da yok. Yürütme, bir kişide, yasama organından ayrı bir seçimle belirlenen Cumhurbaşkanı’nda. Bakan, Cumhurbaşkanı tarafından atanan bir kişi. TBMM’nin bu atama işlemi üzerinde hiçbir söz hakkı yok, onayı gerekmiyor, sonradan denetim yapmak isterse ancak yazılı soru sorabiliyor, o kadar.
Kimin bakan olacağının yanında, kaç bakanlığın olacağına da tek başına Cumhurbaşkanı karar veriyor. TBMM gene devre dışı. Benim katılmadığım ama yaygın kabûl gören bir yoruma göre bakanlıkların kurulması veyâ kaldırılması Cumhurbaşkanlığı Kararnâmesi ile oluyor ve bu konu TBMM’nin kanun çıkararak müdahale edebileceği bir konu da değil. Yâni, bakanlık kurmak veyâ mevcut bir bakanlığı lağvetmek Cumhurbaşkanı’nın “münhasır yetki” alanında.
Başkancı sistemin bu özelliği, “kabine” teriminin mutlaka bir “kurul”u anlatmadığını da gösteriyor. Zîrâ, her ân Cumhurbaşkanı tarafından görevden alınabilecek, görev yaptıkları bakanlıkların her ân yine Cumhurbaşkanı tarafından lağvedilmesi mümkün olan kişilerin ortaklaşa görüşüp tartışarak, ortak karar almaları gibi bir keyfiyet söz konusu olamaz. Bu kişiler, olsan olsa, “kabine” kelimesinin 17. yüzyılda kazanmaya başladığını bildiğimiz “danışmanlar kurulu” anlamında bir kurulun üyeleri olabilirler. Hani, Cumhurbaşkanı=devlet diyebilsek, Kanun-ı Esâsî dönemindeki gibi, “vükelâyı devlet” terimini kullanmak da mümkün olabilir ama, henüz o evrede değiliz sanırım!
Şimdilik “kabine”, yerli ve millî değilse de, isâbetsiz bir terim değil. Çünkü, 2017 değişikliğine kadar, Cumhuriyet anayasalarında yürütme görevi ve yetkisi Cumhurbaşkanı ve Bakanlar Kurulu tarafından kullanılırdı ama, asıl icrâcı olan ve kısaca “hükûmet” dediğimiz zaman akla gelen “Bakanlar Kurulu” idi. Yine 2017’ye kadar, başbakan ve bakanlar, “hükûmet siyâseti”nden ortaklaşa sorumlu idiler. 2018’den bu yana böyle bir ortak sorumluluk yok. Yetki de sorumluluk da tek bir kişide, Cumhurbaşkanı’nda. O yüzden, “Cumhurbaşkanlığı Kabinesi”, bilemediğimiz kadar çok sayıda olan Cumhurbaşkanı başdanışmanları gibi ama onlardan farklı olarak merkezî idârede imzâ yetkisi verilmiş danışmanlara benzer bir bürokratik hizmetkârlar kadrosunu ifâde ediyor.
YENİ KABİNE
Gelelim yeni kabineye. Yeni kabinede “şimdilik” 17 bakan var. Bu “şimdilik” sözcüğünü bundan sonra, kabine ve bakanlar bağlamında, yazılmamış, söylenmemiş olsa bile, hep varsaymak gerekiyor, çünkü Cumhurbaşkanı’nın herhangi bir bakanlığı lağvedip etmeyeceğini, edecekse hangisini edeceğini veyâ yeni bakanlıklar kurup kurmayacağını bilemiyoruz.
Yeni kabine mensuplarının ilk göze çarpan özellikleri, daha önce siyâsî tecrübesi olmayan bürokratların sayıca çokluğu. Bunun yanında, bürokrasi tecrübesi hayli sonradan, örneğin serbest meslek sâhibi olunduktan veyâ iş dünyâsında bir yer edinip bir isim yaptıktan sonra bürokrasiye üst seviyelerden katılmış kişiler de var. Bu kabine üyelerini içinden geldikleri iş dünyâsına âit kişiler olarak öncelikle değerlendirmek daha doğru olur sanıyorum. Az da olsa akademik unvan sâhipleri de var.
Yeni kabine mensuplarının kişisel formasyonları kuşkusuz önemli. Kamuoyunda ilk bakışta çok dikkat çekenler arasında öncelikli yer herhâlde Millî Savunma Bakanlığı’nda. Halef selef iki bakan da eski Genelkurmay Başkanı. Bunun, Türkiye siyâsetinde öteden beri tartışılan asker-sivil ilişkileri bağlamından öte, başkancı rejimin karakteristiklerinden birini yansıtıp yansıtmadığı üzerinde durulmalıdır. Şimdilik, askerî bürokrasinin bu yeni sistemden hoşnut olduğu yolundaki izlenimim pekişti demekle yetineyim.
Buna ek olarak, eski MİT müsteşarının Dışişleri Bakanı olması da kayda değer. Bununla ilgili ilk vurgulanan görüş, Atatürk referanslı “yurtta sulh, cihanda sulh” ilkesinin, “olayları izleyen” değil, olaylara yön veren bir devlet politikasını gerektirdiği biçiminde yorumlanması oldu. Aslında bu, aktif dış politika yürüttüğü ve Türkiye’yi diplomaside oyun kurucu yaptığı iddiasında olan başkancı rejim açısından çok yeni de bir şey değil. Bu aktif ve özne olma hâlinin, MİT’in yurtdışı operasyonlarının da bir dış politika aracı hâline getirileceği anlamına gelip gelmeyeceğini zaman gösterecek.
KABİNE VE "PROGRAM"
Zaman gösterecek demişken, bakanların nasıl bir siyâset izleyeceklerini bilme şansımızın olmadığını da vurgulamak isterim. “Kabine”nin bir “Kurul” olmamasının bence en büyük sakıncalarından biri de bu. Bakanlar Kurulu’nun bir “hükûmet programı” olurdu ve bu program hem TBMM’de, hem de kamu oyunda tartışılır ve icraat ona göre tâkip edilir ve değerlendirilirdi. Artık bu şansımız yok.
Meselâ ekonomi ve maliye alanında nasıl bir siyâset tâkip edilecek, bilmiyor, sâdece sezebiliyoruz. Yeni Hazine ve Mâliye Bakanı’nın “Türkiye’nin rasyonel zemine dönmekten başka çâresi yok” meâlindeki sözleri, fâiz yasağı diye yorumlanan dinî dogmadan (“nass”) türeme “fâiz sebeb-enflâsyon sonuç” “yasası”ndan vazgeçilmesi anlamına mı geliyor? Bu vazgeçiş, geçmişte sıkça tecrübe ettiğimiz, emekçi sınıflar başta olmak üzere tüm dezavantajlı kesimler aleyhine, zâten olağanüstü bozuk olan gelir dağılımını daha da bozacak bir tür “kerem sıkma” politikasına mı dönüşecek? Bekleyip göreceğiz.
Bekleyip göreceğiz de, burada ilginç bir nokta daha var. Başkancı sistemdeki kabine anlayışının sonucu olarak, ortada bir hükûmet programı ve onun eleştirel tâkibi gibi süreçler, siyâsî denetim imkânları olmadığı için, ister istemez gözler parlâmento içi muhalefete dönüyor. Ancak, burada da çok bir “muhalefet” kalmadı gibi. Çünkü, yeni Hazine ve Maliye Bakanı’nın yaklaşımı ile Millet İttifâkı’nın, CHP ve İYİP başta olmak üzere, iktidara gelebilmeleri hâlinde izleyeceklerini söyledikleri yaklaşım birbirine çok yakın, Yâni, CHP- İYİP ve Yeşil Sol Parti dışında kalan diğerleri, baştan açıkladıkları ekonomik politikalar programı ile muhalefet şanslarını da yitirmiş durumdalar.
Bu anlamda, seçim öncesi Millet İttifâkı’nda biraraya gelmiş olan muhalefet partileri, olsa olsa yeni dönemin “resmî” muhalefeti olabileceklerini göstermiş bulunuyorlar. Bir televizyon kanalında Davutoğlu’nun, Millî Savunma ve Dışişleri Bakanlarını kendisinin de bakan yapacağını söylemesi de, muhalefetin kapasitesinin ne kadar sınırlı olduğunu gösteriyor ve sınır sâdece ekonomik ve mâlî politikalar alanından ibâret de değil.
Netîce olarak, bu bürokratik kabine ile birlikte, aslında Türkiye’de çok partili siyâsî hayâtın askıya alındığı ara rejim dönemlerindekine benzer bir muhalefetsiz ve dolayısıyla siyâsetsiz döneme de adım atılmakta olduğunu söyleyebiliriz. Bu noktada, “başkancı rejim, muhalefetsiz ve siyâsetsiz bir konsolidasyon sürecini başarıyla yürütebilecek mi?” sorusu büyük önem kazanıyor.
Levent Köker: Ankara Hukuk Fakültesi mezunu (1980). Yine Ankara'da, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde Siyaset Bilimi doktorası yaptı (1987). Gazi Üniversitesi'nde, Siyasal Teoriler doçenti (1990) ve Genel Kamu Hukuku profesörü (1996) oldu. ODTÜ, Bilkent, Atılım ve Yakın Doğu üniversitelerinde öğretim üyeliği yaptı. 1997'de Yakın Doğu Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nin Kurucu Dekanlığını üstlendi. Oxford , Princeton, New School for Social Research ve Northwestern (2017-18) üniversitelerinde konuk araştırmacı olarak çalıştı. Barış İçin Akademisyenler'le birlikte "Bu Suça Ortak Olmayacağız" beyanında bulunduğu için, Yakın Doğu Üniversitesi'ndeki görevinden uzaklaştırıldı (2016). Modernleşme, Kemalizm ve Demokrasi, İki Farklı Siyaset, Demokrasi, Eleştiri ve Türkiye adlı kitapların yazarıdır.