Depremler ve iyinin örgütlenmesi

Felaket anında acı, merhamet ve dayanışma vardı. Dayanışmanın devletin dışında gelişmesi, iyinin ve iyiliğin örgütlenmesi (devlet tatildeydi) devleti tedirgin etti. Bu devlet zaten kontrol edemediği her şeyden korkar

Yaşadığımız depremi bildiğimiz travma konseptlerine göre bir yere koymamız çok zor. Mesela yaşadığımız deprem görünüşte bir doğal afet olmasına rağmen aynı zamanda, travma kuramlarından bildiğimiz ve bir kişi ya da grubun yaptığı yanlışın yol açtığı travmayla da benzerlikler gösteriyor. Bir otobüs şoförünün yaptığı bir sürücü hatası sonrası oluşan facia ve travmatik etkisini düşünebiliriz. Ya da mürettebatının hatası sonucu geminin batması. Şüphesiz deprem bir doğa olayı. Ama bu yaşadığımız depremdeki yönetim hataları, kurumların işlediği suçlar, halkın kaçak yapıları yasallaştırma girişimleri, imar afları, yapım hataları, malzeme hırsızlıkları. İşte bu durum yaşadığımız bu olayı doğal afet özellikli bir travmadan çok, yönetim hatası ve suçunun sonucu bir travmaya dönüştürüyor.

DOĞAL AFET TRAVMALARI

Doğal afetlerin insanlara zararı lokaldir, bir coğrafyada yaşanır ve zararları sınırlıdır. Mağdurlar, yani birincil travma yaşayanlar afet bölgesindekilerdir. Suçlusu doğadır, kişiselleştirilemez. İnsanlar tarih boyunca doğal afetlerle diğer travmalara göre daha iyi baş edebilmişlerdir. Bunun nedeni doğanın öldürücü gücü karşısında çaresizlik ve doğal afetler acıya yol açsa da “kötü” olarak görülmemiştir.

Kendimize açıklama bulabildiğimiz olaylar bizi acıtsa ve kanatsa da rahatlama yaratır. Kısacası deprem tarihte tanrının insanları cezalandırma yöntemlerinden biri olarak görülmüştür. Bu nedenle bir şekilde kaderleştirilmiştir. Tanrıların öfkesini azaltmak için de kurbanlar adanır, dini ritüeller yaygınlaştırlır ve böylece tanrılar “sakinleştirilir”di.

Doğal afetler sonrası soru şu olur genelde: Neden ben, neden bizim aile, köy, kent bu facia için seçildi? Bu şüpheci ve paranoyak bir sorudur ve kaderle açıklanmaya çalışılır. Böylece “kötü”lüğün tanrının planı olduğu ve bir cezalandırma biçimi olduğudur. Bu cezayı gerektiren kötünün nedeni de o toplumun yaşam biçimi, yaptığı yanlış eylemler ve dolayısıyla günahlardır. Doğal afetlerin nedenleri günümüzde bilindiği halde bazı insanlar geçmiştekine benzer tepkiler gösterirler; yetersiz ibadetlerin ve günahkârların sorumlu tutulmasının ya da bunun tanrının bir sınavı olduğunun anlatılması bu yüzdendir. İnsanlar doğal afet karşısında dahi, dolaylı olarak kendileri sorumludurlar. Nihayetinde tanrı faciayla, afetle o toplumu/kişiyi cezalandırmıştır. Kısacası suçlu benim ve cezamı da çektim gibi açıklanıyordu. Travma sonrası insanların sorumlu ve suçlu araması, afeti kişiselleştirme çalışmasına bulunan bir cevaptır biraz da. Birileri inanç üzerinden bu arayışa girerken birileri de ihmal arayışındadır.

6 Şubat Maraş Depremleri doğal afettir, evet ama aynı zamanda bilinen, öngörülen, zararları azaltılabilecek bir olay. Yani bilim insanlarının önerilerinin dikkate alınması, kentsel dönüşümün bu önerilere göre yapılması bu olayı facia dönüştürmeyecek ve sıradan bir doğa olayı diye geçiştirilebilecekti. Fay hatlarının haritası çıkarılmış, depremin şiddeti hesaplanmış, yaklaşık gerçekleşebileceği tarih öngörülmüş... Sadece günü ve saati kesin değil. Bu durumda bu deprem “doğal afet” kategorisine sığmıyor. Bu deprem doğal afet olarak adlandırılan insanların, insanlara öngörerek yaptığı kolektif bir kötülük. Onun için de doğal travmaya etkisine ilaveten karmaşık (kompleks) bir travma. İnsanın insana yaptığı kasıtlı planlı kötülük gibi (mesela işkence ya da soykırım gibi kolektif travma) bir travma aynı zamanda doğal afet travması da.

BİRİNCİ VE İKİNCİ TRAVMANIN AYNI ANDA YAŞANMASI

Depremi yaşayanlar birincil travma yaşarlar. Tüm facia üzerlerinden geçmiştir. Aynı insanlar ama travmadan kurtulduktan sonra aynı zamanda ikincil travma da yaşadılar. Birinin yaşadığı travmaya tanıklık etmenin bıraktığı etkiyi ikincil travma olarak adlandırırız. Enkazdan çıkanlar çocuklarının, eşlerinin, kardeşlerinin, komşularının donarak ya da yardım gelmediği, kurtarma çalışmalarını devlet yeterince yapmadığı için can çekişmelerine, yardım çağrılarına, inlemelerine, sızlamalarına tanık olarak ve sonsuz bir çaresizliği yeniden yaşayarak ikincil bir travma yaşamışlardır. Bu aynı zamanda travmanın tekrarıdır. Böylesine çeşitli travmaların aynı anda ya da kısa zaman aralığında yaşanması bu olayı doğal afet travması olmaktan çıkararak karmaşık derin bir travma haline getirdi.

Bu faciada bu toplumun ötekileri için ise durum sürekli travmadır. Evleri boşaltılan, savaştan kaçan, göçe zorlananları bu kez de doğa perişan etmiştir. Daha sonra yardım organizasyonlarında en zor durumdayken bile yeniden ötekileştirmeler ve mağdur edilmeler, hepsi bu sürekli travmaya dahildir.

Bu depremden sağ kurtulanlar, mağdurlar, çeşitli travmalar yaşadılar... Ama şunu unutmamak gerek: Bu insanlar bu kadar kötülükten ve acıdan, travmadan yaşayarak, hayatta kalarak çıktılar... Bu anlamda kahramanlar da. Onlarla ilişkimizde mağdur yanlarını değil de bu yaşama dirençlerine vurgu yapmak gerek belki de. Onlara acımak onlar yapacağımız en büyük kötülük olur. Onların en çok galiba bizim duygudaşlığımıza ihtiyacı var. Onlara acımak onlara travmalarını anımsatmak ve onları bu travmatik duruma hapsetmek olur.

Günlerdir deprem haberlerini görenler ve buna duygusal katılanlar, bölgede bu facianın içinde yardım edenler... Kısacası çoğumuzun ikincil travma yaşama tehlikesi var. Bu travmanın dışında kalmalarına rağmen travma yaşayanların da travmayı bizzat yaşayanlara bir hayrı dokunmayacaktır açıkçası

YIKILAN EV ANA KUCAĞIDIR

Tehlike anında kendimizi güvencede hissedeceğimiz mekânlara kaçarız. Çocukken ana kucağıdır. Daha sonra ev ana kucağı gibi sığındığımız mekândır. Bu nedenle ev aynı zamanda yuvadır. Zorda kalınca, tehlike anında geri çekildiğimiz, kendimizi gizlediğimiz mekândır. İşte depremde bu mekân yurt, yuva ve ev aynı anda yıkılır. Mahrem alanımız, zulamızdır. Evin içini kendi hayatımızın belgeseli yaparız. Her köşesi anılar ve fotoğraflarla doludur. İşte yıkılan budur... Bize biz olduğumuzu anımsatan, onaylayan mekândır ev.

Bir başka boyut, insan doğduğunda annesinin kucağında, onun verdiği güven ve korumayla kendini güvencede hisseder. Daha sonra korku anında, kendimizi kötü hissettiğimizde, kötüyle karşılaştığımızda, doğa olaylarında (yağmur, kar, fırtına) sığındığımız yer anamızın kucağı gibi kendimizi güvencede hissettiğimiz mekandır ev. Evimiz yıkıldığında temel güven duygusu, güvencesiz, sığınaksız kalırız biraz da. Diğer travmalarda teorik olarak kaçabileceğimiz bir yer, yuva varken depremde yuvamız yıkılır. Anasız, yersiz, yurtsuz ve çaresiz kalırız. Sembolik annesini (yuva ana kucağıdır) yitiren her çocuk babasına sığınır ve onda teselli arar. Bu deprem sonrası devlet BABA da kayıptı, ortalıklarda yoktu. Karşımıza çıktığındaysa yine eli sopalı ve öfkeliydi. Enkaz altındaki yakınlarının çığlıklarını duyurmaya çalışan insanlara devlet elinde sopası ve öfkesiyle karşılık verdi. Acıyla kıvranan çocuğuna bağıran, tehdit eden, “kafamı şişirme” diyen iğrenç bir babaydı devlet... İşte bu durumda anasını yitiren masal çocuklarının yaptığı devreye girer: Birbirlerine tutunurlar... Ananın yokluğu, devlet BABA'nın zalimliği, acımasızlığı, vurdumduymazlığı dayanışmayı doğurdu. Depremin şiddeti sosyolojik bir sarsılmaya ve dayanışmaya yol açtı. İnsani olan ayyuka çıktı.

Devlet ve kurumları aslında ana ve baba işlerini üstlenirler. Baba kural koyan ve düzeni sağlayandır. Depremde böyle bir baba günlerce kayıptı. Devletin kurumları ananın görevlerini üstlenir. Anne koruyandır. Çocuğu kötülükten korur. Polis, ordu vatandaşı kötülükten koruyarak annenin bu görevini üstlenmiş kurumdur. Anne çocuğu açlıktan korur. Devletin kurumlarının asli görevlerinden biri halkını aç bırakmamaktır. Hastayken annemiz başımızda durur. Daha sonra hastane, sağlık hizmetleri... Yurtlar, huzur evleri... İşte devletin baba ve anne görevlerini üstlenmesi vatandaşlarda güven duygusunun oluşmasına yardım eder.

Deprem... Her şeyin yıkıldığı an... Devlet BABA ve kurumları (ana) iflas ettiler. Sonradan öğrendik. İnsanlar can derdindeyken depremzedelere yardım için oluşturulmuş kurumlar deprem sonrası çadır pazarlayıcı olmuş. Ahbap’a çadır satmış. Kendi halkının afetlerde kullanılması için hazırlanmış ÇADIRLARI SATMIŞLAR. Dünyanın birçok ülkesi yardıma koşarken bu ülkede ÇADIR PAZARI KURULMUŞ ve kendi depremzedelerine ÇADIR SATMIŞ... Bu, insanlığın bu ülkede depremde enkaz altında kaldığının belgesidir. Deprem sıradan bir doğa olayı ama insan için doğanın zulmü... Zulmü yaşayan insanlar ana/babalarına sığınırlar. Devlet ve kurumları bu tür afet anlarında anne/babanın görevlerini ve şefkatini örgütler. Bu depremde kurtulanlar sembolik ana ve babanın yokluğunda hem öksüz hem de yetimdiler bir anda.

Felaket anında acı, merhamet ve dayanışma vardı. Dayanışmanın devletin dışında gelişmesi, iyinin ve iyiliğin örgütlenmesi (devlet tatildeydi) devleti tedirgin etti. Bu devlet zaten kontrol edemediği her şeyden korkar. Bu depremde kötüler var ve bu kötü devlet ve devletin koruduğu kişiler/kurumlardı... Bu depremde kötünün kim olduğunu biliyoruz ve gökyüzünde sorumlu aramıyoruz. Sorumlular içimizde, karşımızda. İşte bu durum dayanışmanın yanı sıra sorumlu ve suçlu kim sorusunu doğurdu. Devlet sorumlu olarak kendisi gösterilmeden önce duruma müdahale etti. Yardımı ve dayanışmayı bölüp, parçalayıp, güçsüzleştirip denetleyip yönlendirebileceği hale getirmeyi denedi. Devlet deprem sonrası duygusuz, zombi yüzüyle gösterdi kendisini.

Böyle yıkımlarda insanın başarıya ihtiyacı var. Onun için kurtarma çalışmasındaki köpek bir başka sempatik... Yüzünde çimento tozu olan bebek en temiz ve içimize bir meltem ve umut... Sonra devlet en insani olanı şova, her başarıyı “benim”e çevirmeyi deniyor. Bu güzel öykülere de zulmü sıvamayı başarıyor. En küçük başarının bile moral ve umut olduğu yere müdahale ediyor. Umut ve güzel olmadığı sürece yaşayabiliyor kötü. İyi şov olunca kötüye dönüşüyor. Masumiyeti, saflığı ve temizliği yitip gidiyor. Halk organize olup başarı öyküleri yaratıp kendine umut yaratmaya çalışırken devlet bu başarı öyküsünü ya kendi tarafına çekmeye çalışıyor ya da halkın başarısını ve dayanışmasını engelliyordu.

Deprem birikmiş bir gücün dışa vurumuymuş. İşte bu gücün yarattığı deprem başka bir gücü, yani insanların dayanışma gücünü depremin gücüne direnmek için seferber etti. İşte bu dayanışma, Kürt, Türk, Alev, Sünni, kadın, erkek, çocuk yaşlı. Bu dayanışma seferberliğinin devletin denetiminin dışında gelişmesi. Korku... Korkanlar dayanışanları korkutarak, kendi korkularını böylece halkın üzerine yıkmaya çalışarak ve kendi korkularını halkın korkusu yaparak ve böylece korkularından kurtulmaya çalışarak geçirdiler günlerini. Devletin tek başarısı kısmen dayanışmayı düş kırıklığına dönüştürmede, dayanışmayı bölmede oldu.

SUÇLUYU BULMAK

Toplumda birikmiş bir şiddet var. Kirlenmişlik var. Onlarca yıldır devlet ve yandaşları (her kızdığında ‘kapıları açarım’ tehdidi bu sığınmacılara tutumun bir kanıtıdır aslında), ırkçılar ülkedeki azınlık grupları düşman ilan ederek bu gruplarla savaş halinde. Savaş, savaşın dışındaki sivilleri de zehirliyor. Bu duruma gelecek kaygıları, önünü görememe, dolayısıyla belirsizlik ve ekonomik kriz de eklenince büyük bir şiddet potansiyeli doğuyor. İşte depremin şiddeti önce insanca olanı (dayanışma) doğurdu ama öfkeyi de kaynar hale getirdi. Travmada kendimizi koruma, sakınma mekanizmalarının tümü çöker, sonsuz bir çaresizlik çıkar ortaya. Çaresizlik de insanı mantıksız, düşünülmeyen, kendiliğinden gelişen eylemlere iter. Çaresiz olmaktansa bir şeyler yapmak gibi...

Travma insanı mağdur yapar, travmaya tepkilerden biri de bir daha mağdur olamamaya çalışmaktır. İşte bir daha mağdur olamama psikolojisi (mağduriyeti yaşayan bir daha aynı şekilde mağdur olmamaya özen göster) insanı fail olmaya eğilimli hale de getirir. Bir de her şeyini yitirmiş, kendini hayata bağlayan insanların harabe altında olduğu durumda bütün değerler de (yer yer ahlak da) harabe oluyor. Bu kadar şeyin, hayatla kurduğumuz her bağın yıkık altında kaldığı durumda hayata bağlanacağımız bağın olamaması ya da azalması hali... Depremde bu kadar insanın ölmesinin sorumlusu olarak devleti, devletin kurumları, iktidarı, haksızlığı, hukuksuzluğu ve ahlaksızlığı gördük ve kimse sorumluluk üstlenmiyor ve suçlu değil. Hiçbir istifa yok. Binlerce belgenin altına imza atanlar eserlerinin harabeye dönmesinin sorumluluğunu üstlenmiyorlar. Suçun negatif bir sonucunun olmadığı bir dönemde yaşıyoruz. Suç artık, suç değil. Yıkımdan önce ahlak ve ahlaki değerler yıpranmıştı ve depremde bazı insanlar için ahlaki değerler de depremde yıkıldı. Konfor alanlarında nutuk atıp tehdit savuranların her şeyini kaybetmiş insanlardan yüce ahlak beklemeye hakları var mı, emin değilim.

NEFRETİN ADRESİ

Nefret aslında sevememe, sevmeyi becerememe durumunda geliştirdiğimiz bir duygudur. "Senden nefret ediyorum"un anlamı "seni sevmeyi başaramıyorum"dur çoğu kez. Etnolojide nefret toplumları/sevgi toplumları ayrımı henüz yok (umarım hiçbir zaman da olmaz). Nefret hayatımıza giren ilk duygulardan biridir. Bebekler istemedikleri duruma kusarak yanıt verirler. Burada nefretin ilk halleri vardır, sonra çocuk sevgiyle tanışır... Toplum olmanın ilk koşullarından biri biz ve sizi kurgulamak, tanımlamakla olur. Kendimizde görmek istemediğimizi ötekine projekte ederiz. Biz iyi/öteki kötüdür. Irkçılık işte bu toplum olmanın kaçınılmazlığını kullanarak ötekini kötü obje ve nefret objesi (ötekinden nefret çoğu kez ötekine yansıtılmış kendinden nefret halidir) olarak sunar ve yandaşlarını buna inandırır.

Cumhuriyetin doğum kusurlarına kadar gider bu nefret... Yıllardır bu toplum ötekini (Ermeniler, Kürtler, Rumlar, Aleviler) düşman öteki olarak sunuyor. Eğer insanın kimliği ve kişiliği güvensizse bu güvensizliği başkalarını kötüleyerek, kendini böylece üstün konuma getirmeyi deneyerek güvensizliği gidermeye çalışır. İşte film biraz böyle dönüyor. Ötekini düşman ve kötü göstererek biz Türkler kendi güvensizliğimizi gidermeye çalışıyoruz. Ama güvensizliğin ilacı bu değil. İşte bu nedenle de hastalığımızı da iyileştiremiyoruz. Ötekini kötü ilan etmek, biz iyiyiz anlamına gelmiyor. Bizim kendimizi iyileştirmememiz (ötekine kötü ilan etmeye gerek duymadan iyileşmek, iyi olmak), ötekiyle değil de kendimizle uğraşmamızla mümkün.

DAYANIŞMA İYİLEŞTİRİR

Dayanışma mağdura iyi gelirken yardım edenin de ikincil bir travma geçirmesini önler. Depremden haberdar olanlar da hiçbir şey yapamamanın çaresizliğini yaşadı. Bu çaresizlikten çıkabilmenin bir biçimidir yardım. İşte bu yardım etme, dayanışmanın içinde olma isteği yardım etmek isteyenlerin kendi aralarında, kendiliğinden gelişen bir dayanışma şekliyle örgütlenmelerini getirdi. İyilik de örgütlenebiliyor ve bu insanlara iyi geldi. İşte bu iyilik örgütlenmesi iktidarı korkuttu. Korku üzerine kurulan bu düzen iyiliğe de düşman. Çünkü iktidar iyiyi sadece kendi sadakaya çevirerek yapıp iyiliğin tekeli gibi sunuyor kendini... İyiliğin örgütlenmesi, bağımsızlaşması... Bu iktidar için iyi, kendiliğinden (spontan) oluşan ya da örgütlü iyi, kötü, çok kötü...

Bu insanlar gerçekten kötü. Psikopatlar kötü değildir. Onların eylemleri kötüyü doğurur. Şöyle ki, psikopat için iyi/kötü yoktur. Bu bağlamda yaptıklarını kötülük olarak yapmaz ama yaptıkları zulüm doğurduğundan biz kötüyü teşhis ederiz. Bizi yönetenler, bu insanlar kötü. Her insanda iyi ve kötü vardır. Yaptıkları üzerine düşünerek, kendinde kötüyü aza indirmeye çalışarak iyi insan olunur. Ahlak insanın kötüyü bilmesi ve bundan kaçınma çabasına verdiğimiz addır. Birileri kötüyü biliyor, kurarak, bilerek kötü oluyorsa, burada boyutlar değişiyor. Bir insan böyle olunca da genelde bu kötü kötü olarak bilinmesin diye propaganda yaparak, kötüyü gizlemek için de sürekli yeni kötülükler üreterek varlığını sürdürür. Böylece kötü bu insanların normali olur. İyi örgütlendiğinde insanlar iyinin mümkün olduğunu ve kötünün olmaması gerektiği bilincini de oluştururlar ve kötüye karşı çıkarlar.

Devlet işte bu kavramayı engellemek için yapay kötülerini yaratarak ve bu yapay/uydurulmuş kötüleri hedef göstererek toplumdaki öfkeyi kanalize etmeyi deniyor. Yardım örgütleyen bir şarkıcı bu bağlamda yeni ve yapay "düşman”. Yardım örgütlemeye çalışan herkes, her örgüt bir şekilde engelleniyor, iktidara yakın olanlar hariç. Kötü kendine adres bulmakta zorlanmaz ve toplumdaki en az savunmasızlar, lobisi, avukatı olmayanlar kötünün adresi olurlar. Suriyeliler, LGBTİ+'lar... Dış güçler... Vatan hainleri... Teröristler... Birkaç göstermelik mahkeme müsameresi... Birkaç müteahhit, mimar... Düzeni sürdürmek isteyecekler... Bu toplumda sadece devletin organize ettiği dinamikler yok, başka dinamikler de var... Onlar kötülük yaparken başkaları da insan olmaya, insanlığını korumaya çalışacaklar... İyiyle kötünün başından beri kavgası burada yeniden yaşanıyor.

DOĞAL AFET

Bu bir doğal afet değil, sonuçları itibariyle doğal olmayan bir afet. Fay hatlarının haritası, binaların nasıl yapılması gerektiği, depremin olacağı, nasıl korunabileceğimiz... Daha bir sürü şey zaten biliniyordu... Kader, sonucunu değiştiremeyeceğimiz bir şeydir. Kader değil bu, çünkü sonucunu değiştirebileceğimiz, etkisini azaltabileceğimiz bir doğa olayı. Bu insanlar, devlet, kurumlar bunu afete çevirdi... Organize edilmiş bir kötülük bu...

Şimdi göstermelik mahkemeler, bir iki cilalı yeni binayla eline ışıklı oyuncaklar verilmiş çocuklar gibi bizi gene kandırmayı deneyip kötülüğü sürdürmeyi deneyecekler... Yıkıldı oysa çok şey. Binalardan çok insanlar arasında da yapıcılığın örgütlemesi gerek... Yapmak ve iyi yıkıcılığı yaşamış insanlardaki travmatik etkiyi onarır... Bu kadar kötü ve yıkım... Yaşanan çaresizlikten çıkışın bir yoludur intikam isteği... İşte kötüler kinci nesil diyordu ya... Pozitif ve yaratıcı bir intikam duygusunun peşine düşmek... Yeterince örnek var... Kötüye Aleviler kötüyle değil türküleriyle cevap vermişler yüzyıllar boyu... Yakılan canlarının yarattığı intikam duygusunu dönüştürmüşler, ağıtlar söylemişler... “Savaş” diyenlere Kürtler “barış” diyorlar yıllardır... Cumartesi Anneleri bağırlarına taş basmışlar... Onlardan öğreneceğiz... Yıkıma karşı yaratıcı ve kötülüğe karşı pozitif yaratıcı ve üretici intikam duygusu geliştirerek, yani iyi yeniden inşa ederek bu zulmü, bu kötülüğü onaracağız. İyi’dir kötülüğün terapisi...


Şahap Eraslan: 1980'de cunta öncesi Almanya'ya gitti. Berlin Teknik Üniversitesi’nde psikoloji bölümünü bitirdi. Daha sonra Humbold Üniversitesi’nde etnoloji okudu. Eş ve aile terapisi, klinik hipnoz eğitimlerini bitirdi. Daha sonra uzun bir eğitim sonrası psikanalist oldu. Uzmanlık alanı kültür psikanalizi ve psikanalitik kültür karşılaştırmaları. Analist/psikoterapist olarak Berin'de çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi