Aris Nalcı
Dilini kaybeden öykü
Agos'un köşesinde bir Kamber abimiz vardı.
Seropyan ben Hrant bazen Kokoreç yerdik orada.
Sonra Baron Hrant gitti.
Sarkis Seropyan ve ben uzun gazete baskı gecelerinde inip aşağıda geleneğe devam ettik.
Sonra Baron Seropyan da gitti
Ben kaldım,
Devam ettim geleneğe
Kokoreç, yürek, köfte
Sonra Kamber abi de gitti, gelmez oldu o sokaklara.
Çoğu bilmez hikayesini bir ara bana anlatmıştı.
14 Şubat Öykü günü 21 Şubat Anadil günü vesilesiyle
Gözlerini açtığında odada yalnızdı. Yattığı üçlü kanepeden kalkmadan etrafına baktı. Nerede olduğunu bilmiyordu. Birden kanepeden fırlamak istedi ama ayakları izin vermedi. Her tarafı ağrıyordu. Kalkmaya çalıştığında başı dönüyor. Hemen kafasını yastığa tekrar koyma ihtiyacı hissediyordu. Kafasını dik tutamayacak kadar güçsüz hissediyordu kendini. Salonun öbür ucunda duran içki sehpasının üzerinde duran şişeler gözüne çarptı. Üzerinde brendi yazan şişelerin yanında viski şişesine benzeyen içkiler duruyordu ama adlarını okuyamıyordu. Harfler bilmediği bir alfabedendi. Yatak onu kendine çekiyordu. Tekrar uykuya daldı…
Ani bir sesle gözlerini açtı. Etrafından her yönden sesler geliyordu. Sanki birileri insanları bir şeye çağırıyordu. Makamlı bir şekilde ezgiyle aynı şeyi mırıldanıyordu gelen ses. Biri bitmeden diğeri başlıyordu aynı şeyleri tekrarlamaya. Hepsi de farklı yerlerden geliyordu. Saate baktı sabahın 5’iydi. Koltuktan ani fırlaması onu birden ayağa dikmişti farkında olmadan. Başı dönmeye başladı. Ama koltuk kendine o kadar uzak geliyordu ki tekrar geri dönemeyecekti. Evin içinde dalgalanan makamlı insan seslerini susturacak bir gürültüyle önünde duran cam sehpanın üzerine yıkıldı.
Tanıdık sıcak bir el omzundan tutup yüzünü tavana çevirdi. Etrafındakiler onu seyrediyordu.
"Noldu iyimisin?" dediler hep bir ağızdan. Bir yandan da kendi aralarında ufak çaplı bir dedikodu başlatmışlardı bile, nasıl olmuştu da düşmüştü.
"İyiyim" derken etrafındakileri tanımadığını fark etti.
"Biraz önceki ses neydi" diye sordu.
"Hangi ses?"
"Adamlar bağırıyordu şarkı söyler gibi?"
Herkes aptal bir ifadeyle onu seyrediyordu. Aralarından biri;
"Ezanı mı kastediyorsun?" dedi.
"O ne?" diye cevapladı halsiz bir sesle.
Birkaç saat içinde eve bir doktor geldi.
"Evet kaza sonrasında hafıza kaybı söz konusu? Ne kadar süreceği belli olmaz. Hastaneden çıkarken bu durumun olası olduğunu söylemiştik." Dedi doktor.
Sonra salondaki insanlar aralarında kendinin anlamadığı bir dilde konuşmaya başladılar. Arada kelimeler tanıdık geliyordu ama cümleler bir anlam ifade etmiyordu ona.
Bir ona dönüp bir şeyler söyledi. Ama anlamadı.
"ne dediğini anlamadı" dedi.
Karşısındaki bir kez daha tekrarladı duymadığını sanarak.
"Hangi dilde konuşuyorsun?" dedi.
Bu kez doktor onun anladığı dilden yanıtladı.
"Konuştuklarımızı anlamıyor musun?"
"Şimdi konuştuğunuz dili biliyorum ama biraz önce aranızda konuştuklarınızdan bir şey anlamadım." Diye cevapladı hayran bakışların arasında.
Biraz önce Türkçe konuşuyorduk. Şu anda ise Bulgarca konuşuyoruz. Türkçe’yi hatırlamıyor musun?"
Ertesi gün sabah ilk iş olarak onu bir hastaneye götürdüler. Bir sürü testler yapıp doktorlar bir sürü sorular sordu. Yanımda duran kadın benim dediklerimi ona onun dediklerini de bana tercüme ediyordu. Dolayısı ile muayene oldukça uzun sürdü. Sonunda doktorlar hafıza kaybı konusunda anlaştılar. Bulgarca konuşan doktorun yaptığı açıklamaya göre bazı kazalar sonucunda beynin konuşma bölümünde oluşan hasarlar insanın anadili dışındaki tüm dilleri unutmasına yola açabiliyordu.
Bunu duyan ev halkı önce şaşırdı. Adamsa hala olayın şokundaydı. Onun derdi konuştuğu dille değil kazayı bile hatırlamamasıylaydı. Etrafındakilere kazayı sordu. Belediyenin yeni yaptırdığı çift yönlü yol bir aydır tek yönlü olarak kullanılıyormuş.
Durumu farkına varmayan adama karşıdan karşıya geçerken minibüs çarpmış. Bir ay komada kaldıktan sonra taburu edip evine göndermişler. Orada da ayılmış.
Eve döndükte sonra ev halkı daha bir garip bakmaya başladı adama. Akşam yemeği sonrasında salondaki yatağının yanında yapılan kahve sohbeti ise tamamen bu dil unutkanlığı üzerineydi. Adam Bulgaristan doğumlu bir Türk’tü. Anadili Türkçe’ydi ama unuttuğu dil de Türkçe’ydi. Doktorlar bu durumun bazen olabileceğini, kimlik karışıklığı söz konusu olan hastalarda ana dil kavramı oluşmadığından. Asıl konuşma dilinin de unutulabileceğini söylüyorlardı. Evdekiler ise Türkçe’yi unutan bir Bulgar Türk’ünü düşünemiyorlardı. Onlar için böyle bir şey söz konusu bile olamazdı. O tam bir Türk’tü. Birkaç ay böyle geçti. Evdeki gündelik konuşmada oldukça sık Bulgarca kelimeler kullanılmasına karşın günlük konuşmaların dili halen uzak geliyordu ona.
Artık evdekilere yük olmaya başladığını hissetmeye ve ayaklarına güvenmeye başlayınca. Sokağa çıkmaya başladı. Eski işine de gidebilirdi. Uzun süre uzak kalmıştı ama bir iş yapmalıydı. Bir işi olmalıydı.
...
Tanıdığı sokaklarda tanımadığı bir dilde konuşuyordu insanlar. Her zaman sigara aldığı sokak satıcısının önünde durdu. Eğip yere serili kumaşın üzerinde duran içki ve sigaralara baktı. İçkileri ve sigaraların üzerindeki yazılar tanıdık geldi adama. Çocukluğundan gelen bir sevinç kapladı her yanını bir anda. Gözü yerde içkilerin yanında duran bir kavanoz salça ve bir de salam paketine takılmıştı. Hemen açıp yemek istedi. Aylar vardı ki "Bulgar sucuğu" ve "lutenisa"* yememişti. Bu ülkedeki insanlar gibi Avrupa vari yiyeceklerle karnını doyuruyordu. Şu Bir zamanlar yiyecek başka bir şey bulamadığı için görmek bile istemediği Bulgar salçasını ve sucuğunu bile özlemişti şimdi. Oysa şu anda aldığı asgari maaşla bile et yiyebiliyor, Bulgaristan’da adını bile duymadığı birçok yiyeceği istediği zaman mideye indirebiliyordu. Şimdi ise bir parça Lutenisa ve sucuk için evindeki tüm yiyecekleri feda edebilirdi.
Kadınla fiyatta da anlaşınca bir kavanoz salçayı paket sucukla birlikte eve götürüp kendine eski günlerden kalma bir ziyafet çekti. O gece aylardan bu yana ilk kez deliksiz bir uyu çekti. Ertesi sabah hiç olmadığı kadar dinç kalktı ve işe koyuldu.
Hafızası yerine gelmemişti hala. Ama Türkçe’yi öğrenmişti. Evdekilerin anlattığı kadarıyla da tanıyordu kendini. Bir yazardı eskiden o. Ama Türkçe yazıyordu.
Bu dili unuttuğu için mesleğine devam edemeyeceğini anladığı zaman evden ayrılmıştı. Kendine yeni bir hayat kurmalıydı.
Mutfağa girdi eski dolabını açarak içinden paketlenmiş etleri çıkardı. Dolabın boyu kendinden de kısaydı. Bu eski dolabı bulabilmek için ne çok eskici dolaşmıştı zamanında. Yenisine çok para istemişlerdi oysa bu eski alet de şimdi çıkan yeni modeller gibi işe yarıyordu. Etleri kaplara ayırdı. Tavuklar bir yana, şişler bir yana, kokoreç bile vardı dolapta. Gören kasap zannederdi. Bir yandan çayını ocağa koymuştu bile. İki günde bir ancak çay demleyecek güç bulabiliyordu kendine. Tembeldi. Tüm etleri sayarak dizdi. Sonra mutfaktaki açılır kapanır ufak masaya oturdu, çayını da ince belli bardakta yanına aldı. Masada duran kalem kağıdı önüne çekti ve hesap yapmaya başladı. Kasap et 5 milyon, tavuk 10 milyon sakatatçıdan kokoreç 20 milyon… bodrumdan kömür ….
Son hane olan kömürün yanı boş kaldı. Hiç para yazmamıştı bir aydır buraya. Bir aydır apartmanın bodrumundan çaldığı kömürü kullanıyordu.
"Anlayacaklar en sonunda" diye iç geçirdi. Ama kömüre de para vermeden daha çok kazanıyordu. "Hem azcık kömürü kim anlayacak canım, kışın da az yakıyorlar zaten donuyorum burda" diye düşündü.
Artık her şey hazırdı. Salona geçti. Odada duran tek koltuğa yaklaştı sabaha karşı yorgun argın eve gelip çıkardığı pantolonunu ve gömleğini pencereye doğru tutup lekeleri saydı.
"Offf bir de evi toparlayıp yıkamak gerek bunları" dediyse de tembelliği ağır bastı. Aynı şeyleri üzerine geçirip mutfağa uğradı paketleri aldı.
Apartmanın ahşap merdivenlerden indi. Zemin kattaki eski "Garabet ustanın marangozhanesi" tabelasının altından geçip kömürlüğe girdi. Eskiden marangozhane olan bodrum kat uzun zamandır kömürlük olarak kullanılıyordu. Bir torbaya irice kömürleri doldurdu. Ve sessizce kimseye görünmeden binadan çıktı. Evin yan tarafında içinde hamam bulunan eski pasaja girdi. Köşeye zincirlediği el arabası pasaja giren azıcık ışıkla parlıyordu. Sanki son model bir arabaymış gibi her sabah ekmek teknesinin bakımını yapıyor, parlatıyor, tekerleklerini yağlıyor kontrolden geçiriyordu.
Üç aydır can yoldaşlığı yapıyordu bu araba ona. Akşam eve döndüğünde yiyebileceği kuru ekmeği kazanmasını sağlıyordu.
Arabasını aldığı gibi dolanmaya başladı sokaklarda. Güneş tepesinde tam ışıldamaya başladığında da yaktı kokoreç arabasının kömürün. Yoldaki ekmek fırınından da aldığı 30 ekmek yeterdi ona. İlk durak Nişantaşı’ydı. Emprimecilerin bulunduğu arka sokaklara daldı. her zamanki yerine yıkık eski bir binanın köşesine kuruldu. Dükkanının kapağını açtı ve müşteri beklemeye başladı. Tam öğle paydosu zamanıydı. Hazırlanmaya başladı. Ekmeklerini yarım yarım kesti. Çeyrekler bir köşeye ayırdı. Bayanlar genelde çeyrek yiyorlardı.
İlk müşteriler bir kadınla bir erkekti. Her zaman yemek paydosunda ilk onlar gelirdi yanına. Çocuk hemen bir yarım istedi Kamber’den, ardından bir yarım daha. Kadın ise "Ben çok kilo almamalıyım. Formumu az yememe borçluyum." Dedi. Ama Kamber işini biliyordu. Kadın her gün aynı mazeretle çeyrek ekmeği yiyor bir saat sonra da gelip kimse görmeden bir çeyrek daha alıyordu. Kamber hiç bozuntuya vermedi kadını. Eee müşteriden olmak istemezdi. Birkaç dakika sonra Nişantaşı’ndaki kumaşçılar, dikiş atölyeleri Kamber’in kokoreç arabasının önünde uzun bir kuyruk oluşturmuştu. Kamber işini biliyordu. İşçiler kokoreç patronlar da tavuk yiyordu. İşçiler yedikten hemen sonra tavukları attı ızgaraya, zaten patronlar da camlardan uzanmış "Kamber at bir yarım tavuk" diye bağırmaya başlamışlardı. Çevre esnafı Kamber’in bu başarısını kıskanıyor yemek saatlerinde kapı önünde yan yan bakarak Kamberi rahatsız ediyordu. Kamber müşteriler kuyruktayken kimsenin kendine bir şey yapamayacağını biliyordu. Ama müşteriler kesilince hemen arabasını toplayıp ateşini söndürüp yoluna koyuluyordu. Gün uzundu onun için. Şimdiki durak Aksaray’dı. Önde araba arkada Kamber tüm gün dolanıyordu. Gecesi Taksim’in arka sokaklarına son buluyordu. Yorgun argın kendini evine atıyor ertesi gün için güç topluyordu. Ne de olsa arabayı motor değil kendi çalıştırıyordu.
Kış gelmişti, Sert geçiyordu. Yağmur Çamur Kamberi oldukça zorluyordu. Her gittiği yerde rahat bir nefes alıyor. Müşterilere yemek hazırlarken bir taraftan da yaktığı ateşle kendini ısıtıyordu.
Bir gün yine Nişantaşı’nda karın altında müşteri beklerken. Eski binanın kapısında buzlanmış merdivenlerde oturan bir kadın gözüne çarptı. Saçı başı dağılmış sessizce oturuyordu kadın. Kadına bakarken müşteriler gelmeye başlamıştı. İşine daldı. Bir yandan da kadına bakmaya devam ediyordu. Kamber etleri dağıttıkça kadının ağzı sulanıyor acıktıkça acıkıyordu. Kamber kadının parası olmadığını anlamıştı. O sırada kuyruktan biri
"Kamber abi artık meşrubat da satsan iyi olur. Ayranla kokoreç iyi gider hani." Diye selendi.
Kamber sıradakine yarım kokoreçini verdi. Elini cebine atıp kadına 10 milyon uzattı git şuradan 10 milyonluk ayran al.
Kadın bakakaldı. Daha ne yapacağına karar vermeden 10 milyonla köşedeki bakkala gelmişti. Elinde ayranlar Kamber’in yanına döndü. Kamber torbayı kadının elinden alırken yarım ekmek kokoreçi uzattı. Kadın hayranlıkla Kamber’e baktı. Kokoreçi aldı. Biraz evvel oturduğu yere gitti merdivenlere çöktü ve yemeğini yedi. Sıradakilerden biri kadına döndü.
"Bir teşekkür yok mu Kamber’e." Dedi.
Kadın cevap veremedi. Sessizce oturdu. Kamber de teşekkür falan beklemiyordu zaten. Herkes karnını doyurduktan sonra kadın Kamber’e yaklaştı. Ağzını oynatmaya başladı. Kadın konuşmaya çalışıyor ama ağzından, kelimeler yerine uğultular çıkıyordu. Kadın dilsizdi. Kamber o an anladı kendine iyi bir arkadaş bulduğunu.
O ana dilini kaybetmiş bir yabancıydı bu sokaklarda karşısındaki ise ana dili bile bile olmayan biriydi.