Fadıl Öztürk
Diz çökmek mümkün mü?..
Bizi sürdükleri bir cephede, işe giderken ansızın bir sokakta, bir yürüyüşte patlayan bir sloganın ardından düşen tetikle öldürülmek ya da öldürülecek olmak hayatımıza biz istemeden giydirilmiş. Yaşamak hayatımızdan tane tane ayıklanmış. Uzun zamandır kerrat cetveliyle kurşunlara çarparak, ölümle hayattan çıkararak, uluslarına göre bölerek, duruşundan taviz vermeyenleri hapishanelere topluyorlar. Yanı başımızda dalında olgunlaşan meyve, acelesi varmış gibi çağlayarak koşan su, omzunu düşürmeyen dağlar varken diz çökmek mümkün mü?..
Dudaklarımız kana kana içilmiş suyu daha unutmamışken, içimizde rüzgârın şekillendirdiği kum tepeleriyle bir çöl ağrısıyla dolaşmak; Bedenimize saplanmış bir kurşunun açtığı delikten dört mevsimimiz gözlerimizin önünden akıp giderken; Dağdan, taştan, helikopterden atılarak çatlamış, kırılarak un ufak edilmiş kemiklerimizin ağrısı acıyla göğe yükselirken; Sevilerek büyütülmüş, yakışanı giyinerek aynalardan taşmış, içinde şarkıların dolaştığı hallerimiz dururken zalimin şiddetine teslim olmak için içimizdeki dehlize inerek beş duyumuzdan vazgeçmemiz mümkün mü?.. Mümkün mü sevgilinin avucuna kalbini bırakmadan hayatı eksik yaşamak, dalında kızaran kiraz gibi çocuk sevinçlerini günlük güneşlik büyütmek varken kendimizi karanlık ve korkunun pençesine bırakmak?..
Mutlu olmak, kırılıp dökülmeden huzurlu yaşamak, yarına kaygısız umutla bakmak, olmadık yerde olmadık anda hayatımıza yeni pencereler açmak; Hayattan beslendiğimiz kadar, hayatı kendi varlığımız, duygumuz, umudumuzla beslemek; İçeride yaşayanlarımıza ‘nasılsın’ la başlayan ‘biz iyiyiz, merak etme bizi’ ile devam eden ve upuzun selam listesiyle biten mektuplarımızın ağzı açık, her biri açılmış da bir türlü kapanmayan birer yara gibi duruyorlar hayatımızda. Bu zulüm düzeni bir ana bir babadan olmaktan öteye taşıdı bizi. Açılmış da sonsuza kadar kapanmayacak kapı gibi yara kardeşliğinin yolunu açtı önümüze...
İspanya’da Franko’ya karşı uluslararası tugaylar çarpışarak yaşadığımız dünyada dayanışmayı bize miras bıraktılar. Arjantin’de bir gerilla ölürken son nefesinde kendi dilinde ‘Yaşasın Bakunin’ diyerek çizilmiş sınırları ölümüyle anlamsız kıldı. Şili’de Allende boşuna direnerek düşmedi direnmenin omzuna. Pepe yoksullukla zenginliği tartan en dürüst terazi yaptı işkence görmüş, hapishane yatmış ömrünü. Fidel elinde devlet gücü varken adı sosyalist olan, bugün yerinde yeller esen ülkelere benzememek için ‘Ben iknayı esas aldım’ diyerek ömrünü tamamladı. Kobani’nin tarihin derinliklerinden yeryüzüne çıkararak kulağımıza fısıldadığı çok ama çok şey var. Ölçülmez, biçilmez genişlikte kocaman hayat varken dünyanın dört bucağında, insanlara temerküz kamplarını, stadyumları ve durmadan yeni cezaevi yaparak insanı insanlığından eden zalimleri görmezden gelmek mümkün mü?..
İnsan sevdiklerinin yarasını da taşır bedeninde. Her yazdığı şiirle o yarayı bıkmadan sarar. Her öyküde o yaranın kabuklarını kaldırır iyileşsin diye. Her romanda yüzlerce hayatı canlandırıp sayfalardan çıkararak karıştırır kalabalığımıza. İnsan kendine verilmiş ömürle sınırlasa da yarattıklarıyla yaşatır sevdiklerini. Onlarla beraber evden sokağa taşar. Sesini onların sesine katar. Bir elbiseyi üstünden çıkarır gibi sınırları aradan kaldırarak sevinç ve hayalleriyle kavuşur onlara. Evlerinde onların gelmesini bekleyenler vardır, içeri düştüklerinde onları dışarıda yalnız bırakmayanlar, baskılar karşısında hayatını sürdürmek için asla geri adım atmayarak direnenler vardır. Bir toplum hayattan tümden elini eteğini çekmedikçe umut kesilir mi?..
Her gün onların gözlerinin önünde yaşamak, kapı ziline bastıklarında içeriden ‘Kim o?’ sesi geldikçe, pazara çıkıp evin ihtiyaçlarını karşılamak, az çok elleri dolu eve dönmek, sevdiklerinin hayatını kaygı ederek telefon etmek, güneşli günleri dar günde lazım olur diye biriktirmek, yağmurları şarkıların dalına asıp altında dolaşarak yaşamak... Yani ağaçlar gibi her gün dallarıyla gürleşerek büyümek bize verilmişken, zalimin baskıları karşısında içimize çökmemiz mümkün mü?..
Dünya var olalı beri ezilmişlere demirden ayakkabı giydirilseydi eğer çoktan erir dökülürdü ayaklarından. Umut kalbinde var olduğu insanlar gibi her koşulda kendini yeniler. Ne pas tutar, ne erir, ne de aşınır umut. O direnenlerin kalbinde var olan, çekiç ve balyozlarla parçalanmayan bir cevherdir. İnsanın umutsuz kalması mümkün mü?..
soruyorum size
samanyoluna pusu atılır mı
suya satır gibi nokta koymak
gökyüzünü bir sayfa gibi karalamak
ya da çekip almak bir yorgan gibi üstümüzden
mümkün mü?