Doğan Özgüden
Yılmaz Güney'i 37 yıl önce sürgünde kaybetmiştik
Tam 37 yıl önce, 9 Eylül 1984'te, Belçikalı ve göçmen demokrat dostlarımızla, Şili faşist darbesinin 11. yıldönümü dolayısıyla iki gün sonra, hemen ardından Türkiye'deki 1980 faşist darbesinin 4. yıldönümü dolayısıyla 12 Eylül'de yapılacak etkinlikleri konuşuyorduk.
Her iki etkinlikte gösterilecek filmler konuşulduğunda bittabi hiç tartışmasız Şili için Costa Gavras'ın Kayıp (Missing), Türkiye için ise Yılmaz Güney'in Şerif Gören'le birlikte gerçekleştirdiği Yol filmi öne çıkıyordu.
Fazla tartışmaya da gerek yoktu, her iki film de, iki yıl önce, 1982 Cannes Film Festivali'nde birlikte "Altın Palmiye" ödülünü paylaşmıştı.
Tam da bu konuyu tartışırken Paris'ten gelen bir telefon mesajı gündeme bomba gibi düşmüştü... Yıllardır amansız bir hastalığa karşı mücadele veren Yılmaz Güney ardında gurur dolu bir geçmiş bırakarak yaşama veda etmişti.
Gerek sinema sanatına, gerekse Türkiye'nin ve de dünyanın demokratikleşme mücadelesine daha birçok kalıcı katkılarda bulunabilecek olan Yılmaz Güney'i henüz 47 yaşındaken kaybetmemiz bizler için her bakımdan büyuk bir darbeydi.
Yılmaz Güney'le aynı tarih kesitinde birer yıl arayla doğmuşuz. Savaş yıllarında ben demiryolcu çocuğu olarak bozkır insanlarının yoksulluk ve acılarını paylaşırken Yılmaz da işçi çocuğu olarak Adana sokaklarında ekmek parası peşinde koşmaktaymış.
Benim gazeteci, Yılmaz'ın da yazar ve sinema sanatçısı olarak sürgüne kadar uzanan mücadeleli yaşamı seçişimizde, sayısız yaşıtlarımız gibi, hep bu arka planın büyük rolü vardır.
Yılmaz'ı görsel olarak ilk kez 1959 yılında Milliyet'in İzmir temsilcisiyken Alageyik filminin başrolünde tanımıştım. Düşünsel yakınlığımızı ise Yeni Ufuklar Dergisi'ndeki öyküleriyle…
1962 sonunda İstanbul'daydım… Türkiye İşçi Partisi genel merkezi ülkenin en seçkin sol aydın ve sanatçılarının uğrak yeriydi… Ama Yılmaz yoktu…
Yoktu, çünkü o günlerde bir dergiye yazdığı yazıda komünizm propagandası yaptığı gerekçesiyle Konya'da sürgün cezasını çekmekteydi.
Demem o ki, Yılmaz daha o yıllarda sürgüne yazgılıydı…
Türkiye'de uğradığı baskılar tıpkı Nazım Hikmet gibi onu da yurt içi sürgününden 20 yıl sonra, yurt dışı sürgününe mecbur etti.
Yılmaz'ın sürgüne çıkışı, ardından da Cannes Film Festivali'nde Yol filmiyle Altın Palmiye'yi Costa Gavras'la paylaşması, Türkiye'yi büyük bir hapishaneye dönüştüren Evren faşizmine vurulan en büyük darbelerden biriydi.
Ölünceye kadar da anti-faşist mücadelesini zor sürgün koşullarında da sürdürdü.
Aslında Yılmaz'ın sürgünde mücadeleye katkısı daha önceki yıllara, 1971 darbesi sonrasına dayanır.
Solun birçok aydını ve sanatçısı gibi Yılmaz da o yıllarda askeriyenin zındanındadır. Ama yurt dışında cuntaya karşı yürütülen mücadelenin en önemli referans isimlerindendir.
Avrupa'nın çeşitli ülkelerinde Demokratik Direniş Hareketi olarak düzenlediğimiz birçok protesto etkinliğinde Türkiye sinemasını Yılmaz'ın Umut filmi temsil etmişti.
1980 darbesinden sonra da Avrupa'da yeniden yükselen anti-faşist direnişe yine Yılmaz'ın bir başka gerçekçi filmi Sürü yeni bir ivme kazandıracaktı.
12 Ocak 1981… Türkiye İşçi Partisi genel başkanı Behice Boran siyasal sürgün olarak Brüksel'de misafirimiz… Demokrasi İçin Birlik örgütümüzün yürüteceği kampanyalar üzerine görüşüyoruz… Belçika'nın Fransızca radyosu RTB'den bir telefon geliyor.
- Yılmaz Güney'in Sürü filmi Belçika Sinema Eleştirmenleri Birliği'nin büyük ödülüne layık görüldü. Radyoda bir tanıtım yapabilir misiniz?
Stüdyoya girip Yılmaz'ı, uğradığı baskıları ve de 1980 Darbesi'nin ardından uygulanan devlet terörünü anlatıyorum.
Cunta'nın terörü Sürü sayesinde Belçika medyasında gündeme oturuyor.
Belçika Sinema Eleştirmenleri Birliği'nden arıyorlar:
- Yılmaz Güney'in filmini ödüllendirdik, ama halen hapiste olduğunu söylüyorsunuz. Ödülü kime ve nasıl verebiliriz?
Büyük raslantı… Sürü'de başrolü oynayan Melike Demirağ ve eşi Şanar Yurdatapan o sırada Almanya'da sürgünde… Derhal kendileriyle temas kuruyorum ve Brüksel'deki törene Yılmaz Güney adına Melike Demirağ katılarak ödülü alıyor.
Tam bu olayın sevincini yaşarken Hürriyet Gazetesi'nin Avrupa baskısı geliyor… Manşet: "Acı Akıbet: Boran ve Gazioğlu artık ‘Türk değil!"
Birkaç gün sonra tüm medyada yeni bir haber: Şanar ve Melike de vatandaşlıktan atılıyor.
Bu uygulama onlarla da sınırlı kalmıyor, bir süre sonra Türkiye'yi terkeden Yılmaz Güney'in de dahil olduğu yüzlercemiz Cunta şefi Evren tarafından "kansızlar" diye suçlanarak vatansızlaştırılıyoruz.
Cannes'da büyük ödül alan Yılmaz artık 80 sürgünlerinin en önemli ismi… Konuşması için Avrupa'nın dört bir yanından çağrılar alıyor. Brüksel'de düzenlediğimiz bir toplantıya katılması için ısrar ediyoruz, ama o çoktan kendisinin en güçlü ifade aracı olan sinemada yeni bir ses getirmek için çalışmaya koyulmuş, Paris'ten ayrılamıyor…
Türkiye'deki mahpus çocukların dramını yansıtan Duvar filmini gerçekleştirmek için gece gündüz çalışıyor…
Bunun yanısıra Paris'te ardıarkası kesilmez direniş gecelerinin en güçlü hatibi… En son 1984'ün Newroz'unda yaptığı son konuşmayı anımsıyorum. Kürt özgürlük savaşının ergeç zafere ulaşacağını tüm dünyaya haykırıyordu:
"Ezilen sınıfların kardeşliği en güçlü silahlarımızdan biridir. Dost ve düşman herkes bilsin ki kazanacağız...Mutlaka kazanacağız...Bir köle olarak yaşamaktansa bir özgürlük savaşçısı olarak ölmek daha iyidir... Yaşasın Kürt-Türk, Acem ve Arap halklarının kardeşliği ve dayanışması..."
Ama Türkiye'deki mahpus yıllarında tedavi edilemeyen hastalığı bünyesini kemiriyor ve henüz 47 yaşında, en verimli çağındayken onu bizlerden kopartıp alıyor.
Yılmaz şimdi bir direniş simgesi olarak Paris komüncüleriyle birlikte ünlü Père Lachaise'de yatıyor…
Tıpkı Nazım Hikmet'in Moskova'daki Novodeviç Mezarlığı'nda yattığı gibi…
Sevgili Yılmaz'ı, Nazım Hikmet'in Benerci için yazdığı o muhteşem finalle anıyorum:
"Bu giden
Bir
Biten
Şarkı değildir.
O
büyük
bir
ışık
gibi döğüştü.
kasketli
bir güneş
halinde düştü."