Dune 2: Şeyh uçmaz, müritleri uçurur!

Üç yıllık bir aranın ardından “Dune: Çöl Gezegeni” filminin ikinci bölümü sinemalarda. Yönetmen Denis Villeneuve yine güçlü bir görsel atmosfer kursa da, hikayeyi genişletmek ve bazı karakterlere alan açma konusunda sıkıntılar devam ediyor.

Frank Herbert’in 1965’de yayımlandıktan sonra bilimkurgu edebiyatını derinden etkileyen romanı “Dune”u sinemaya aktarma hayalinin en güçlü sahibi büyük yönetmen Alejandro Jodorowsky’ydi malum. Filmi çekebilmek için geniş bir ekiple yıllarca çalışan yönetmenin bu hayali gerçekleşemedi. Ancak bu çalışmada yaratılan görsel dünya başta “Star Wars” olmak üzere epik uzay anlatılarına kaynaklık etmeye, ilham vermeye devam etti.

Jodorowsky’nin bu çabası sinema dünyasında “Çekilememiş en iyi film” olarak anılmaya başlandı ve 2014 yılında “Jodorowsky’s Dune” adlı belgesele konu oldu. Her sinemaseverin bu belgeseli izlemesini öneririm.

“Dune” 1984’te bir başka önemli isim David Lynch tarafından beyaz perdeye aktarıldı. Övgüler aldı almasına ama hayranlarını tam olarak tatmin ettiğini söylemek zordu. Ki bu tür kült romanların sinema uyarlamalarının hayranlarını tam olarak mutlu ettiğini görmek zor. Stanley Kubrick’in “iyi bir kitap uyarlaması nasıl olur” sorusuna verdiği “romana ihanet ederek” sözü bir referans ise şayet, romanların hayranlarının film uyarlamalarına ısınamamaları anlaşılır hâle geliyor.

İlk bölümünü 2021 yılında izlediğimiz “Dune: Çöl Gezegeni” (Dune: Part One) kurduğu görsel dünya ile heyecan yaratmadı değil. Son yılların en yetenekli yönetmenlerinden Denis Villeneuve’in elinden çıkan yapım bu görsel dünyaya rağmen romanın hikaye evreninin içine tam olarak sokamıyordu seyirciyi. Özellikle de kitabı okumamış olanlar için anlatı yeterince güçlü değildi bana göre. Denis Villeneuve’in birkaç gün önce “diyalog yazmayı sevmiyorum” açıklamasından da (bunu beceremiyorum diye okumak da mümkün) anlaşılacağı üzere daha çok sinemanın görsel gücüne inanan/ yaslanan bir anlatı geleneğini yüceltmek istiyor kendisi. Ve fakat bu tür anlatıların ister istemez güçlü diyaloglara da ihtiyacı oluyor. İlk filmde de çalıştığı senarist Jon Spaihts, bugün itibariyle salonlarda gösterime giren ikinci filmde Denis Villeneuve adına bu diyalog işinde biraz mesafe kat etmiş görünüyor.

10 binli yıllarda Arrakis gezegeninde geçen bir hikaye anlatıyordu bize “Dune”. Evrendeki birçok şeyin devamlılığını sağlayan özel bir baharata sahip bu gezegenin kontrolü büyük bir güç demek aynı zamanda. Kahramanımız Paul’un babası Leto’nun hükmettiği Atreides hanedanı imparatorun emriyle bu gezegene hükmetmeye gönderilmiş, ancak daha önceki işgalci hanedan Harkonnen’lerin komplosu sonucu ortadan kaldırılmıştı. İlk film, Paul ve annesi Jessica’nın bu kıyımdan kurtulup çöle kaçmaları ve orada yıllardır işgale karşı topraklarını savunan Fremenler’le kaynaşmalarıyla bitmişti.

Bir süredir geleceğe dair imajlar gören Paul’un bu yeteneği baharatın da etkisiyle daha da artarken onun “seçilmiş kişi” olabileceğine dair emareler de artıyordu. Öte yandan feodal beylerin ve imparatorun çevresinde bulunup onları etkileyen rahibeler örgütünün üyesi olan Jessica’nın başka bir ajandası vardı. İlk filmin finaline doğru hikayeye dahil olan Fremenli savaşçı kadın Chani ve liderlerinden birisi Stilgar da ikinci bölümde daha etkili olacak gibi görünüyordu. Öyle de oluyor aslında.

İkinci film, Fremen halkının Arrakis’i işgalden kurtarma mücadeleleriyle, Paul ve Jessica’nın kendi ajandalarını işletme süreçlerine dair daha çok. Ancak bunu yaparken hem romanın yazıldığı dönemin sömürgeci tarihine hem de bu günün politik iklimine dair güçlü göndermeler inşa ediyor hikaye.
Paul’un “ben seçilmiş kişi değilim” diye diye böyle olduğuna inananların üzerine basarak kendisine güç devşirmesi bir yanda, Jessica’nın yine egemenler tarafından sömürge mekanizmasın bir unsuru olarak topluma dayatılmış bir dinin ‘kutsal kişisi’ olarak oğlu üzerinden gelecek tasavvuru yapması öte yanda ve bir de Femenlerin mücadelesi hikayenin üç ayağını oluşturuyor.

Paul ilk başta sahip olduğu öngörüleri kendi lehine kullanmaya pek yanaşmasa da hem annesinin üzerinde kurduğu baskıyla hem de başta Stilgar olmak üzere kimi ‘fanatik’ Femenlilerin onun Mesih olduğuna dair inancıyla bir tür güç zehirlenmesi yaşıyor. Bir anlamda “şeyh uçmaz müritleri uçurur” sözü gerçek oluyor onun nezdinde. Romanı okumadım ama yukarıda değindiğim gibi “Star Wars”a da ilham verdiği düşünüldüğünde ve Denis Villeneuve’nün şu ana kadarki yorumu dikkate alındığında Paul’un gidişatında Anakin Skywalker'ın Darth Vader'a dönüşümünün izlerini görmek de mümkün!

Bu bakımdan ikinci filmin gelip bağlandığı yerden geride doğru bakınca hala “egemenler arası” bir mücadele anlatısı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Her ne kadar aralarında Chani’nin de bulunduğu ‘bağımsızlıkçı’ güçler Paul’un arkasında durup zalim Harkonnen’ler ve imparatora karşı savaşmış olsalar da bir kopuşun yaşandığı görülüyor. Paul’un annesinin desteğiyle dini fanatiklerin desteğini arkasına alması sevgilisi Chani’yi rahatsız etse de işgalcilere karşı yanında savaşıyor. Ancak Paul’un yaşadığı güç zehirlenmesi “seçilmiş kişi” anlatısını da ters yüz ediyor.

Ancak ilk filmdeki sıkıntının burada da devam ettiğini söylemek gerekiyor. İki bölüm ve yaklaşık altı saati bulan anlatıdan sonra hala başlayamamış izlenimi veriyor yapım. İlk filmden itibaren hikayede güçlü bir karakter olacağı vaat edilen Chani’nin bir türlü anlatıya dahil edilememesi, merkeze yerleşememesi buna örnek. Hazırlıkları devam eden üçüncü filmde bu karakter çok daha merkezde, sevgilisine karşı olacak gibi bir noktaya savruluyor anlatı. Yönetmenin görsel dünya kurmaktaki mahareti, hikayesiyle paralel gidemiyor maalesef. Hâl böyle olunca giderek sadece bu romanın hayranlarının ve az sayıda da olsa ilk filmle bu hikayeye bağlanan seyircilerin dünyasında kalıp kaybolma riski taşıyor yapım.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şenay Aydemir Arşivi