Dünyanın en kötü insanı

Filmde izleyene kararsızlık gibi gelen şeyin, aslında ilk gençlikte herkesin yaşadığı türden bir 'olmak istenen kişi'nin kimliğini arama çabası olduğunu gösteriyor, Dünyanın En Kötü İnsanı.

Orta sınıf bir ailenin (eskinin orta sınıfı, şimdinin "orta alt" sınıfı) çocuğuysanız ve genelleme üzerinden gidecek olursak; liseden sonra puanınıza ya da o zamanki yönelişinize göre üniversitede bir bölüme yerleşir, ortalama dört yıllık öğrenciliğin sonunda da mezun olduğunuz bölüme göre bir işe girer, çalışma hayatına atılırsınız. Okuduğu bölümün kendisine uygun olup olmadığından genellikle bihaberdir üniversiteli. Ya da derslere ve sınavlara gire çıka bölümün kendi isteklerine uygun olmadığını fark eder, bu durumda iki seçeneği vardır: Bölüm değiştirmekle okulu bırakmak. İstemediği şeyi biliyordur ama ne istiyordur? İşte can alıcı cevapsız soru…

Norveçli yönetmen Joachim Trier’nin, Tekrar (2006) ve Oslo, 31 Ağustos (2011) filmlerinin ardından Oslo üçlemesinin son filmi Dünyanın En Kötü İnsanı (2021) bu sorunun etrafında uzun uzun düşünülmüş bir hikâyeyi anlatıyor. Karakterimiz, 30’lu yaşlara giriş yapan Julia… Onu ilk 20’li yaşlarında tıp fakültesinde öğrenciyken gördüğümüz prolog bölümünde, "cerrahi çok teknik, ben insanların beyninin içindekileri merak ediyorum" diyerek psikiyatri bölümüne geçişiyle ve bir zaman sonra "ben aslında görsel bir insanım" diyerek fotoğrafçılıkta karar kılmasıyla izliyoruz. Canlı, enerjik, kendini ve ona neyin uygun olduğunu arayan Julia’nın, filmdeki on iki bölüm boyunca anlam arayışının sürmesiyle, izleyene kararsızlık gibi gelen şeyin, aslında ilk gençlikte herkesin yaşadığı türden bir "olmak istenen kişi"nin kimliğini arama çabası olduğunu gösteriyor, Dünyanın En Kötü İnsanı.

Julia’yı mümkün olan en sade ve etkili biçimde oynayan Renate Reinsve’nin 74. Cannes Film Festivali’nde Altın Palmiye En İyi Kadın Oyuncu ödülünü alması hiç de tesadüf değil. Oyuncunun mükemmel bir performansı var.

2021 Norveç, Fransa ortak yapımı filmde Julia’nın kendini arayışı karikatürist sevgilisi Aksel’in (Anders Danielsen Lie) evine yerleşmesiyle evcil bir seyir izlese de, bu uyumlu ve uysal yaşam bir gün biter. Aksel’le arasındaki on iki yaşlık fark, baba olmak isteyen Aksel’le henüz anneliğe hazır olmayan Julia’nın arasında tartışma konusudur. "Anne olmak için bir şeyin olmasını bekliyor gibisin, nedir istediğin, neyi bekliyorsun?" diye soran Aksel’le birlikte biz de Julia’nın cevabını pürdikkat bekliyoruz. Arayışında ısrarcı bu Oslolu genç kadınsa kendi hayatının seyircisi olmak istemeyen, evcil kedilerin dünyasında asi bir kedidir. Ve cevabıyla sevgilisini de seyirciyi de içtenliğine ikna eder: "Bilmiyorum."

Bir kitapçıda çalışan Julia, kültürün objeler aracılığıyla yayıldığı bir dünyada büyüdüğünü söyleyen, çocukluğunda müzik dükkânlarında kaset, cd peşinde koşan Aksel’in kitap lansman gecesinde kendi gerçekliğiyle bir köşede durur ve düşüncelere dalar. Kendini oluşturmuş Aksel’e karşın Julia, olmak istediği kişiyi henüz inşa edememiştir… Eve yalnız yürürken dolmuş gözlerle uzun uzun ufka bakar, ağaçlı yollardan ve eğlenceli bir partinin olduğu binanın önünden geçer. Evlenen bir çiftin düğün partisindeki neşeli insanları izler ve partiye sızar.

Kız arkadaşının etkisi ve batılı toplumların suçluluk duygusuyla ekolojik bir hayat sürdüren, bir pastanede garsonluk yapan Elvind’le de (Herbert Nordrum) bu partide tanışır, Aksel’le duygusal bir sahnenin ardından ayrılırlar ve Elvind’le birlikte yaşarlar.

Filmin devamında Julia’nın içine çekildiği evcilleşmeye karşı mücadelesi ile asi kalma güdüsü arasındaki sarkaçta bir öyle bir böyle gidip gelişini görürüz. Özellikle Aksel’le ilgili aldığı kötü haber ve hamile olduğunu öğrenmesi sonrasındaki Elvind’e yansıttığı öfke kusursuz bir suçluluk duygusu sahnesiydi. Aksel’in baba olmak istemesinin tersine Elvind’le Julia’nın çocuk yapmama kararları vardır.

Boşanmış anne-baba çocuğu olan Julia’nın kendisine karşı umursamaz babasının yaralayıcı tavrı, onun etkilendiği ve çözemediği önemli bir düğümdür. Filmin genelindeki Julia’nın arayışı belki biraz da bu yaralayıcı tavrın açtığı boşlukta saklıdır.

Filmin prologundaki Julia portresi, baş döndürücü hızdaki dijitalle sarmalanan organik hayatlarımızın bizden hem bir işi lâyığıyla halletmemizi, hem de sevdiklerimizle olan ilişkimizde dikkatli ve özenli olmamızı dayatan "normal yaşam" karşısında afallayan pek çoğumuzu yansıtıyor. Çocukluk yaraları sağaltılamamış yetişkinlerin, özelde ise kadınların dikkatinin dağılması ve demotive olması bu kadar kolayken, karar verilen yolda iradeyi sağlam tutarak ilerleyebilmek oldukça zor. Dünyanın En Kötü İnsanı, işte bu zorluğu dramla ve mizahla anlatan çok yansıtmalı uzun ve sürükleyici bir hikâye. Filmin ismininse Julia’ya atfedilmiş gibi gözükse de özellikle çok sevdiğim final sahnesindeki gizli ihanete camdan gülümseyerek bakan Julia’nın gördüğü kişiyi yansıttığını düşünüyorum.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi