Fadıl Öztürk
Duvardaki general
Devleti yönetenler bir biçimde değişse de, devletlilerin odamızdaki yerleri hiç değişmiyordu. Sadece duruma göre birini indirip, diğerini asıyorduk.
Fadıl Öztürk
Zamanın saatlerden değil, gölgelerden okunduğu, serçelerin, akarsuların ve mevsimlerin durmadan kendilerini bana hatırlattığı; dünyayla ilk tanıştığım köydeki evimizin, dışarıdan içeri girildiğinde, tam karşıdaki uzun sedirin ortasında büyükçe bir pencere, pencerenin sağ kısmında bir ayna, sol kısmında ise aile büyüklerimizden olmayan, hiç tanımadığım, zaman zaman birinin indirilip diğerinin asıldığı kişilerin renkli posteri asılıydı.
Dedem, bir gün, yakışıklı, sivil giyimli zatın posterini duvardan indirmiş, onun yerine köy muhtarının her eve dağıttığı, bol rütbeli, bıyıkları bizim bıyıklarımıza benzemeyen, etine dolgun, bize sertçe yukarıdan bakan bir asker posterini asmıştı.
Aklım erince örendim ki, 1960 Askeri Darbesi’yle Adnan Menderes’i tahttan indiren Orgeneral Cemal Gürsel, onun koltuğuna oturmuştu. Devleti yönetenler bir biçimde değişse de, devletlilerin odamızdaki yerleri hiç değişmiyordu. Sadece duruma göre birini indirip, diğerini asıyorduk. O ev bizimdi ama o evde o duvar, bizim değil devletindi sanki. Devlet hayatımızda ihtiyaç duyduğumuz en son şey olmasına rağmen, bir kontrol noktası gibi, asılı oldukları duvarımızda gün yirmi dört saat, yıl on iki ay, dört mevsim durmadan bizi, evimizin içinden izliyordu…
Yılda bir izne gelen babam dâhil, tüm aile fertlerimizi, eve gelip giden komşularımızı, yeni doğan kardeşlerimizi, misafirlerimizi, cem tutulduğunda cemi cemaatimizi asılı olduğu duvarda izliyordu general. Her daim gözleri üzerimizdeydi devletlimizin. Biz yedi kardeş adeta gözaltında büyüdük…
Kardeşler eğilip bir diğer kardeşin kulağına gizlice bir şey fısıldasak, nenemizden gizli evden bir şeyler çalmaya kalksak, çocuk halimize anlayış gösterip yüzünü yana çevireceğine, direk bize, gözlerimizin içine bakıyordu general. Ne yaparsak yapalım, generalin gözleri önünde yapmak durumundaydık…
İlk bakışta gözünü evin giriş kapısına dikmiş sandığım general, bir denemeyle beni yanıltmıştı. Odanın neresine geçersem geçeyim, general de oraya, orada olan bana bakıyordu. Buna inanmamış kardeşim Zeynel’i çağırmış, bana göre odanın aksi istikametinde bir yerde durmasını istemiş, generalin kime baktığını sormuştum. Zeynel ‘bana bakıyor’ deyince itiraz etmiş, ‘yanılıyorsun, o bana bakıyor’ demiştim. Kardeşim: ‘inanmıyorsan gel de buradan bak’ deyince olduğum noktadan ayrılıp, onun olduğu noktaya gitmiştim. Doğru söylemişti Kardeşim. Orada da ona bakıyordu general. Generalin birden fazla noktaya, aynı anda bakması o çocuk haliyle kafamı epeyce karıştırmıştı. Generalle baş başa kaldığımda, odanın bir yerinden hızla bir diğer tarafına geçerek bakışlarını test etmişliğim de epey olmuştu. Generalin her daim bizi izlediği su götürmez bir gerçekti artık. Ama bizi duyuyor muydu, ya gece karanlığında ne yapıyordu, bilmiyordum…
Gece olunca, bize serilen yer yataklarında kardeşlerimizle sıra sıra uyurduk. Ama generalin gece karanlığında uyumayıp, öylece bizleri izlediği şüphemi doğrulamıştı. Özellikle bahar gecelerinde yıldırım düşmesiyle odaya dolan anlık aydınlıkla onun yüzü bir görünüp, bir kaybolduğunda iyice inanmıştım generalin hiç uyumadan gece de olsa bizi izlediğine. Yaz- kış, gece- gündüz generalin umurunda değildi. Sanki bir görevle odamıza kadar gelmiş, duvarda her yeri gören bir yerde yerini almış gibi gözlerini dikmişti üzerimize…
Biz büyüdükçe dedeme ayak uyduran nenem de yaşlanıyordu. General asılı olduğu duvarda hiç yaşlanmayıp, ilk günkü gibi besili duruyordu. Şişmandı ve şişmanlar bizim nezdimizde şehirliydi…
Annem, köydeki o evimizde, başında tülbendiyle, sarılıp sarmalamasa bile, sevgisini bize hissettirerek, bakıyordu biz çocuklarına. Babam yılda bir Elazığ’dan yıllık izne geliyordu köye. Ve nerdeyse her yıl bir kardeş sahibi oluyorduk, küçük kız kardeşim hariç. Generalle beraber her yıl bir kişi artıyorduk.
Okul yaşına gelince, Elazığ Kapalı Cezaevi’nde başgardiyan olan babam, biz çocuklarını alıp, annemle beraber Elazığ’ın Sako Mahallesi’nde kiraladığı eve taşıdı. Bizim taşınmamızla köydeki evimizde ağıldaki hayvanlarımız, kapıdaki itimiz, General dâhil dedem ve nenem kalmışlardı geride.
Köpeğimiz o kış, komşumuzun genç ve güzel kızını memesinden ısırınca, olay çıkmış ve dedem köpeğini savunmuş. İş çözülmez hale gelince, muhtar ve ihtiyar heyeti devreye girmiş, köyün bir evinde mahkeme kurulmuş. Sonuçta bizim köpek suçlu bulunarak kurşunla telef edilmesi kararı alınmış. Dedem ve nenem bu duruma çok üzülmüş, üzülmeyelim diye uzun zaman gizlemişlerdi biz torunlarından. Köydeki o evimizde kapı itimiz bir nüfus eksilirken bile, general istifini hiç bozmadan, öylece asılı durmuştu odamızın duvarında. Kıpırdasa sırması dökülür sanırsın. Annemin deyimiyle dil otu yemişti sanki…
Sonraki yıllarda dedem mide kanseri olduktan kısa bir süre sonra, tıpkı son zamanlarında çektiği acıları gibi, bizleri de bırakıp ardında, sonsuz uykusuna yatmıştı. Nenem bir yıl daha dedemsiz, Elazığ’dan giden iki kız kardeşim ve generalle beraber köyde kalmıştı. Dedemsiz köyde yalnız yapamayınca nenem, iki kız kardeşlerimle beraber kilidi vurup evin kapısına Elazığ’a dönmüşler. Geride bir general yalnız başına kalmıştı odamızın insansız boşluğunda…
Yıl 1986-87 olmuştu. Beni 12 Eylül generalleri atmışlardı içeri. Ülkeyi dışarıdan otobüs, tren ve uçakla değil, içeriden sevk aracıyla cezaevi cezaevi gezdirilerek yatıyordum. Generaller idam isteyip, müebbette karar kılmışlardı…
Bana gelen bir mektupla öğrenmiştim, bizim haddini bilmez dere baharda coşup, köyün altını oymuş ve bu nedenle köyümüz bir heyelanla oturulamaz hale gelerek, yıkılmış. General ve çocuklumuzu içinde saklayan duvarda asılı aynamız evimizin yıkıntıları altında kalmıştı. Artık kapıda itimiz de yoktu orada…
Gerçi yedirip içirmemiştik, ama duvarda asılı olan generalin bize baktığı gibi, kötü de bakmamıştık ona.
Sur, Cizre ve diğer Kürt kentleri bir bir yıkılınca bir kere daha anladım ki, generaller heyelanlardan daha çok yıkıyormuş insanın başına yaşadıkları evleri…