Endişe

Şeyh Sadi-i Şirazi’nin çok sevdiğim bir insan tanımı var: “Yek katre-i hûnest, sad hezârân endîşe”, Türkçesi: “Bir damla kan, binbir endişe.” Bu çeviri çok hoşuma gidiyor ama bir noktaya takılıyorum: Endişe burada ne demek?

Şeyh Sadi-i Şirazi’nin çok sevdiğim bir insan tanımı var: “Yek katre-i hûnest, sad hezârân endîşe”, Türkçesi: “Bir damla kan, binbir endişe.” Bu çeviri çok hoşuma gidiyor ama bir noktaya takılıyorum: Endişe burada ne demek? Kelimenin Farsçada enduhten fiilinden geldiğini biliyorum. Eski bir Farsça-Türkçe sözlük olan Burhan-ı Kâtı’ya göre bu mastar “kazanmak”, “borcunu ödemek”, “adağını yerine getirmek” demekmiş. Fiilin “kazanılan, ödenen, adanan” şeklinde karşılayabileceğimiz çekimi endîşe ise Farsçada –yine Burhan-ı Kâtı’ya göre– “fikir, hayal ve mülahaza”, ayrıca “korku, havf ve haşyet” demekmiş. (Mütercim Âsım Efendi Türkçe karşılık olarak sakınma’yı yakıştırıyor bu ikinci anlama).

Böyle bir fiilden türemiş bir ismin “düşünce” anlamını taşıması doğrusu bana da manidar geliyor ama yarım yamalak bilgiyle spekülasyon yapma işini Heideggercilere bırakmalı: Tıpkı sophia, dolayısıyla philosophia/felsefe ile borç arasında ilişki kuran ustaları gibi borç ödemek ile düşünce arasında ilişki kurabilirler ama ben “pozitivist” kalmayı tercih ederim. Belki bir gün bu yorumsama çabası üstüne de yazma imkânım olur diyerek topu ileriye atıyorum.

Takıldığım noktaya döneyim: Bugünkü Türkçede endişe kelimesi sadece “kaygı” anlamına geliyor, bu kullanımın kaynağı Farsça olmakla birlikte, Sadi’nin kastının ne olduğunu merak ediyorum: Nedir insan? Bir damla kan ve binbir kaygı mı? Yoksa binbir düşünce mi? Herhangi bir filolojik araştırmaya girmeden, sırf hoşuma gittiği için, ilkini kabul etmeye meyilliyim. Binbir düşüncesi olmasının, Sadi’nin mensup olduğu ruh ikliminde, insanı tanımlamak için önemli bir çizgi olmayacağını tahmin ediyorum.

Çeviride yuvarlanan, köşeleri törpülenen bir noktaya da işaret edeyim: Farsça sad hezârân, “binbir” diye çevirsek de aslında “yüz bin” demek. Dolayısıyla, insanın bileşeni olarak kan hafifsenirken (Batı dillerinde litote denen mecaz), bir damlaya indirgenirken, kaygısı abartılıyor. Mübalağacı olduğu söylenen Acem ruhunun bir tezahürü mü bu gerçekten? Yoksa insan bu kadar kaygılı bir varlık mı? Sadi’nin bu kısacık sözünde üçüncü bir “söz sanatı” işbaşında: tezat, yani karşıtlık. Mübalağanın asıl işlevi de bu karşıtlığı vurgulamak. Kanı bir damla olmadığı gibi kaygıları da yüz bini bulmayabilir insanın. Ama evet, bir damlacık göğsüyle kıyametler koparan şu bülbül gibi, insanın da kaygıları boyunu aşıyor, cüssesiyle orantısız.

Asım Efendi, endîşe’nin ikinci anlamına sakınma karşılığını uygun görmüş ya, bu da düşündürücü, neden kaygu dememiş mesela? Sakınmak eski Türkçede “düşünmek” demekti, bu bakımdan endîşe’ninkine benzer bir anlam ilişkisine işaret ediyor, Mütercim de bunu göz önünde bulundurmuş olmalı: düşünüp kaygı duymak ve bunun üzerine (kendini) korumak istemek. İşin ilginci, kaygı kelimesi ve akrabaları da benzer bir anlam ilişkisini ifade ediyor: Kaygı’nın eski Türkçedeki kökü kadmak fiiliymiş, ki bugün olsa kaymak diye telaffuz ederdik – kaymak’tan kaygı, tıpkı saymak’tan saygı gibi (bu arada saymak ile sakınmak fiilleri eski Türkçe sa- kökünden geliyorlar ki o da yine “düşünmek” demek, sanmak bunun dönüşlü çekimi).

Kadmak fiili doğrudan “üzülmek” demekmiş. Öyle olunca da kaygı kökeni itibariyle “üzüntü” demek oluyor. Öte yandan bu kökten gelip standart kodda ve ağızlarda farklı anlamlarıyla yaşayan bir fiil daha var: kayırmak. Ağızlarda kayurmak biçimiyle de var olan fiil “endişelenmek, merak etmek” demek. Buna karşılık standart kodda “birini kollamak, ona özel muamelede bulunmak ya da bulunulmasını sağlamak” demek. İşte bu anlamın da kaygı ile bir ilgisi olduğu düşünülüyor ki bana da makul geliyor: Tanıdığımız, sevdiğimiz, üstüne titrediğimiz biri için duyduğumuz kaygının bir tezahürü olarak yorumlanıyor kayırmak.

Tabloya efkâr’ı da ekleyebiliriz. Arapçada fikir kelimesinin çoğulu olan efkâr Türkçede “gam, keder, dert, tasa” demek. Kaşık kadar yüzümüze sığmayan efkârımız düşünceden ziyade onun yol açtığı ruh halini ifade ediyor.

Farsça ve Türkçede düşünce ile kaygı arasında kurulan bu yakın ilişkiyi, neredeyse özdeşliği nasıl yorumlamak lazım? Aklın uyanıkken yarattığı “canavarlar”dan biri olarak anlaşılıyor kaygı bu tasavvurda. (Tersinden bakarsak da kaygının düşünceye göbeğinden bağlı olduğu.) Bu durumda akla olumsuz bir değer yüklendiğini de düşünebiliriz ki, kültürümüze pek yabancı bir değerlendirme değil bu.

Kaygının akli, zihinsel, bilinçli bir şey olarak tasavvur edilmesi psikanaliz yazını ile karşıtlık içindeymiş gibi görünüyor. Sanki ikisi karşıt önermelermiş gibi. Psikanaliz için nesnesi belli olmayan korkudur kaygı kavramsal olarak, yani esasen bilinçdışıdır.

Elbette kaygının iç tasnifi yapıldıkça bu tanımın da yerinden oynadığı, hafiften sarsılıp dönüştüğü görülüyor psikanalizde. Fakat tasnif özünde bir değişikliğe yol açmıyor teori için: Muhtemel tehlike beklentisinin yol açtığı kaygılar vardır muhakkak, ama onlar da kişinin yapısal tehlike beklentisinin tezahürüdür aynı zamanda. Bu durumda yapısal tehlike beklentisinin kaynağı olarak yapısal kusur ya da “eksik” gibi bir mefhuma varıyoruz ki Sadi’nin tasavvurunun arka planında da başka bir şey yok.

Sözünü ettiğim mübalağa ve karşıtlık kaygıyı, eğreti varoluşumuzda; “insanlık durumu” diye çevirdiğimiz human condition’da, insan olmakta, aynı sebeple başat unsur olarak tanımlıyor.

Her türlü riski alıp, Doğu’nun psikolojik analizlerinde gördüğüm derinliğin bende saygı ve hayranlık uyandırdığını söyleyeceğim. O risklerden biri şu: “Doğu” dediğim için, beni oryantalist olmakla suçlayacak, “Doğu diye bir şey yok” diye eleştirecek birileri çıkabilir. Kısa bir açıklamayla yetineyim: Modern nominalizm (işbu örnekte) Doğu’nun dil dışındaki varlığına (ya da yokluğuna) dair bir varsayımda bulunmaz, analiz nesnesi olarak o dil dışı varlık yerine onun hakkındaki tasavvurları, “söylemi” alır. Bir başka deyişle, nesnenin kendisi bilgi konusu değildir – hatta o nesne “gerçekte” var olmayabilir de, bu bir şeyi değiştirmez. Analiz o varlığın, nesnenin var olma biçimiyle ilgili değildir; var olma biçimine dair fikirlerin nasıl üretilip şekillendirildiğiyle ilgilidir.

Bu da had safhada siyasaldır tabii. Varlığın kendisini ancak bilimsel bir söylem konu edebilir. Şarkiyatçılık da bilimsel olamayacak bir nesneyi ele aldığı iddiasında olan “bilimsel” bir söylem olarak siyasal analizin konusudur. (Bunun üzerine bir “bilim” tanımı vermek gerekiyor. Ama ona girmeyeceğim.) Hasılı, endişeye mahal yok; “gerçek” Doğu’dan söz etmiyorum, kafamdaki Doğu’nun söz konusu olduğunun farkındayım. (Ama bütün bunlar Doğu diye bir şeyin olmadığı anlamına da gelmiyor.)

Savaş Kılıç: 1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.