Gün Zileli
Evlere el koymak ?!
Yeni Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP) (M. A. Aybar’ın başkanlığındaki 1960’ların TİP’i ve Behice Boran’ın başkanlığındaki 1970’lerin TİP’i ile karıştırılmamalıdır) Başkanı Erkan Baş, bir soru-cevap programında, iktidara geldiklerinde bir kararname çıkarıp bütün kiralık evlerin, içlerinde oturan kiracılara ait olduğunu ilan edeceklerini söylemiş.
Demek yüz yıllık “sosyalizm” deneylerinden gereken ders çıkartılamamış. Zaten pek beklememek gerekir. Çünkü TİP de dahil, neredeyse bütün sol, bol bol “sosyalizm” lafı etmesine rağmen, bu deneylerin yanına bile yaklaşmaz. Güzelleme yapmanın dışında tabii.
SÖYLEMESİ KOLAYDIR DA
Erkan Baş’ı severim. İyi bir arkadaştır. Genel izlenimim alçakgönüllü olduğu yönündedir. On yılı aşkın bir zamandır tanışırız. Gerçekten merak ettim; Erkan Baş, bu sözleri ederken sonuçları üzerinde gereğince durdu mu acaba?
“Mülklere el koymak”, söylerken kolaydır da, aslında hiç beklenmedik (ya da beklendik) devasa sorunları olan ve son tahlilde bu eylemi gerçekleştirenleri de zor duruma düşüren pek çetrefilli bir konudur.
Biraz düşünmeye çalışalım.
Bir yerde yol açılırken bile yolun üzerindeki evler istimlak edilmek zorundaysa, mal sahiplerine tazminat (evlerinin o andaki değeri) ödenir. Böyle bir ödeme yapılmazsa bu, doğrudan doğruya gaspa giren, insanları isyan ettirecek bir uygulama olur. Düşünün bir, o evin sahibi bir emekli olabilir. Bütün hayatı boyunca çalışmış, emekli tazminatıyla falan başını sokabileceği bir ev satın almıştır. Ya o evde oturuyordur ya da kiraya vermiştir de oradan aldığı kirayla geçiniyordur büyük ölçüde. Bu eve şu ya da bu gerekçeyle tazminatsız el koymak, o insanın hayat damarlarından birini kesmektir. İnsanı isyan ettirecek bir uygulamadır bu.
KÜÇÜK MÜLK SAHİPLERİNİ HEDEF ALMANIN SONUÇLARI
Öte yandan, kiracıların oturduğu bütün evler için tazminat ödeyecek olsanız, bu, kimsenin altından kalkamayacağı devasa bir mali kaynağı gerektirir. Buna karşı ileri sürülebilecek bir argümanın üzerinde de duralım: Bütün evlere içinde oturan kiracılar sahip olacağına göre, evine el konan da, hâlihazırda oturduğu evin sahibi olacaktır, dolayısıyla mağdur olmayacaktır, denebilir. Böyle olsa “adil bir paylaşım”dan söz edilebilir belki. Fakat, yaşanan deneyimlerin de gösterdiği gibi, böyle olmuyor. Aslında bütün evlerin gerçek sahibi, sonuçta her türlü tasarruf hakkına sahip devlet oluyor. Sovyetler Birliği’nde, muhaliflerin ya da gizli polisin ağına “muhalif” olarak takılanların, aileleriyle birlikte oturdukları evden sokağa atıldıklarına ilişkin binlerce örnek vardır.
“Burjuvazinin mülklerine el koymak” adına Sovyetler Birliği’nde yapılan, burjuvalıkla falan ilgisi olmayan, hatta kendileri de burjuvazinin baskısı altında olan küçük mülk sahiplerini isyan ettirmiş, Beyaz Ordular gönüllü destekçilerini bu küçük mülk sahiplerinden devşirmişlerdir çoğunlukla. İç Savaş’ın o kadar uzun ve kanlı sürmesinin en önemli nedenlerinden biri de budur. Oysa “küçük burjuva düşmanlığı” (100-150 yıllık kadim hatalardan biri de bu “küçük burjuva” adlandırmasıdır. Küçük mülkiyet sahibi olmak “küçük” de oysa sermayedar olmak değildir) yapılmasa, devrim için çok yararlı olacak bir kesimdir bu. İşçi sınıfının düşmanı değil, dostudur. 1960’lardaki TİP’in Anadolu’daki teşkilatlarını yayan, örgütleyen, yönetim kurullarını oluşturanlar, ağırlıklı olarak küçük mülk sahibi zanaatkâr ve esnaftı.
ÖNCE VERİP, SONRA ALMAK
Bolşevikler, toprakları ve mülkleri devlet mülkiyeti haline getirirken kurnazca bir yol izlediler. 1917’de Lenin, aniden SR’lerin ve köylülerin “kara bölüşüm” talebini benimsemiş, el konan toprakların köylülere dağıtılacağını ilan etmiştir. Toprağın zoralımını zaten başlatmış olan köylüler buna çok sevinmiş ve Bolşevikleri desteklemişlerdir (eminim, Erkan Baş’ın ilan ettiği yukardaki “el koyma”yı duyan birçok kiracı da aynı şekilde sevinecektir). Fakat, aradan bir yıl geçtikten sonra Bolşevik rejim, bu sefer köylülerin ele geçirdiği ya da dağıtılan toprakları devlet mülkiyeti ilan etmiş, ellerinden almış ve köylüleri, kurulan devlet kolhozlarına girmeye zorlamıştır. Yıllarca süren köylü isyanlarının sebebi budur.
Sonuçta, topraklar ve mülkler, devletin sahibi olan Yeni Sınıf’ın (Nomenklaturanın) eline geçmiştir. Bu yazıda, Sovyetler Birliği’ndeki kolektifleştirmenin 1930’lardaki acı sonuçlarına girmeyelim.
NOMENKLATURANIN DA ÜZERİNE “ÇÖKÜLDÜ”!
Ne oldu? Burjuvazi ve toprak sahipleri mülksüzleştirildi. Önce, mülksüzler mülke kavuşmuş gibi göründü ama sonra devlet onlardan da bu mülklerini aldı. Nomenklatura, devlet aracılığıyla bütün mülkiyetin üzerine, bugünkü sosyalist arkadaşların argo deyimiyle “çöktü”. Peki, bu mülkiyet devri burada sonlandı mı? Ne gezer.
Bu sefer, devlet mülkiyeti ile palazlanan ve parti iktidarı aracılığıyla kolektif mülkiyetin nimetlerinden yararlanan nomenklaturaya geldi sıra. “Sosyalist devletin” başındaki, Çarlığın Kremlin sarayına yerleşmiş büyük makam sahipleri, “sosyalist devlet” adına nomenklaturayı bu sefer sadece mülkiyetinden de değil, doğrudan doğruya canından etti (1937-1939 Büyük Temizliği). Doğu Perinçek, Stalin’den Gorbaçov’a (Kaynak, 1991) kitabında Stalin’i “düzleyici” olarak taltif ederken bunu anlatır aslında. Tabii o bunu, Stalin’in “yeni burjuvazi”yi tasfiyesi olarak göstermeye çalışır. Oysa olay, nomenklatura ya da yeni sınıfın en üst kesiminin, bu sınıfın gövdesinin hem mülklerine hem de canlarına el koyması ya da ücretsiz köleler sınıfının yanına (Gulaglara) yollamasıdır.
Sovyet deneyini özetleyecek olursak; mülkler (toprak başta olmak üzere) önce mülksüzlere (köylülere ve şehir yoksullarına) verilir gibi yapılmış; bir yıl sonra onlardan geri alınıp devlet mülkiyetine geçirilerek yeni sınıfın palazlanması sağlanmıştır. Burada durulmamış, devlet mülkiyetinden yararlanarak palazlanan yeni sınıfın ana gövdesi de her türlü imtiyazdan yoksun bırakılmış, büyük ölçüde ölüme gönderilmiştir. Bütün bu süreçlerin tek galibi, devletin en tepesindeki, tüm mülklere “çökmüş” zorba diktatör kastı olmuştur. “Evlere çökmek” vaadinden ağzı sulananlara, bunun kendileri için de pek hayırlı sonuçları olmayacağını hatırlatayım.
Bu “mülkiyet devrimi” oyununa girerken, Erkan Baş arkadaşımın (ve diğer TİP yöneticilerinin), korkunç sonuçları üzerinde iyi düşünmelerini salık veririm.
ÇARE BÜYÜK MÜLKİYETİ KUŞATMAK
Akla, “peki devrim yapmayalım mı, sömürücülerin egemenliğine son vermeyelim mi?” sorusu gelebilir.
Benim söylediğim bu değil. Bu yolla sömürücülerin egemenliğine son verilmediği gibi, gereksiz bir sürü mağduriyete yol açıldığıdır. Ama bence bir yol var.
Ona da bir giriş yapalım isterseniz.
İster Rusya’da vb. olduğu gibi ani bir devrim olsun, isterse toplum daha evrimsel bir yol izlesin, bence yapılacak şey, mülkiyete el koymak değil, çalışanların, emekçilerin, işçilerin, köylülerin, küçük mülk sahiplerinin, büyük mülkiyeti kuşatmasıdır. Nasıl?
Birinci önlem, fabrikalarda işçi yönetimidir (Bolşevikler bunu da kısa sürede yok etmiştir). Fabrikayı işçilerin doğrudan seçtiği konseyleri yönetsin; fabrikanın ekonomisini ise, eskisi gibi fabrika sahipleri ya da yönetimleri (CEO’lar). Fabrikanın iç işleyişini, çalışma koşullarını vb. en iyi işçiler bilir, CEO’lar değil. Fabrikanın dış ekonomik işleyişini ise CEO’lar işçilerden daha iyi yürütür, gerçek bu. Bu, onların alanıdır. Dünya çapında piyasa ekonomisi ortadan kaldırılmadıkça, işçiler fabrikanın dış ekonomik işleyişinde başarılı olamayacaklardır. Bu durumda da ekonominin yönetimi, doğrudan monolitik devletin eline geçecektir: Lenin’in açık ifadesiyle bir tür devlet kapitalizmidir bu.
İkinci önlem, toprak da dahil olmak üzere küçük mülk sahipliğinin desteklenmesidir. Ev sahiplerinin evlerine el koymak da dahil küçük mülklere el koymaya kalkışmak toplumun kılcal damarlarını dumura uğratmak, ticareti, dolayısıyla ekonomiyi felce uğratmaktır. Piyasa ekonomisi dünya çapında geçerliyken bunu yapmak, Sovyetler Birliği’ndeki “Savaş komünizmi” felaketine yol açar. Ekonomi durur, dükkânlar boşalır, mal arzı işlemez, üretim durma noktasına gelir, açlık her yerde kol gezmeye başlar, suratlar asılır, kaşlar çatılır. Ekonomiyi işletmek için Çeka gibi zorba polis örgütlerinin terörü devreye girer. İşçiler tezgâhların başına asker süngüsüyle sevk edilir. Lenin, bunu gördüğü için NEP dönemini başlatmış ve toplum, en azından 5-6 yıl biraz rahat nefes almaya başlamıştır.
REFORMLAR DEVRİMİN KARŞITI DEĞİL
Aslında daha konuşulacak birçok nokta var buna ilişkin ama burada keseyim şimdilik. Birçok arkadaşın, önerilerimin “reformculuk” olduğunu söyleyeceğini biliyorum. Evet ama, reformculukla devrimcilik arasında, sanıldığı kadar büyük bir zıtlık olduğu doğru mudur acaba?
Bunu da bir sorgulasak nasıl olur?
Devrimciliğe en zıt olan, reformculuk değil, dogmaların sorgulanmaksızın doğru kabul edilmesidir.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.