Doğan Özgüden
Gençay’ın kaleminden bizim kuşağın kavgası…
Artı Gerçek 2017’de yayına başladığında benim haftalık yazılarımın her perşembe günü yayınlanması kararlaştırılmıştı. Meslek disiplinine bağlı bir gazeteci olarak dört yılı aşkın süredir bu kurala harfiyen uymaya çalıştım. Ancak son zamanlarda bir yandan yaşlanmanın getirdiği sağlık sorunlarının artışı, öte yandan 45 yıldır çeşitli dillerde hiç kesintisiz sürdürdüğümüz İnfo-Türk yayınlarını aksatmama sorumluluğu ve de sağlığımız elverirken sonuçlandırmamız gereken arşiv çalışmalarının yoğunluğu bu takvim disiplinini sürdürmemi olanaksız kılıyor.
Bu nedenle, Artı Gerçek’e son birkaç haftadır farklı aralıklarla yazıyorum, okurlarımın bunu anlayışla karşılayacağına inanıyorum.
Dört gün önce 10. ölüm yıldönümü nedeniyle Türkiye komünist hareketinin seçkin simalarından Mihri Belli üzerine hem Türkiye’den, hem de sürgünden bende kalan anıları paylaşmıştım. 12 Mart cuntasının İnci ile beni hedef göstermesi üzerine 18 Haziran 1973’te gönderdiği bir mektubunda Belli, bizimle ilgili haberleri "doktor"dan aldığını belirterek dayanışma duygularını iletmişti.
Belli’nin o mektupta sözünü ettiği "doktor", cuntaya karşı yurt dışındaki mücadeleye büyük katkılarda bulunmuş olan devrimci bilim insanı dostlarımızdan Dr. Gençay Gürsoy’du.
Bugün, 20 Ağustos, sevgili Gençay’ın 82. doğum günü… O da benim gibi çocukluğunu 2. Dünya Savaşı yıllarında, yoksulluk ve baskıların kol gezdiği taşra Türkiye’sinde yaşayıp, her türlü sol söylemin ve etkinliğin yasak olduğu 50’li yıllarda sol arayış içine giren, 60’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi saflarında özgürlük ve sosyalizm mücadelesinin militanlığını üstlenen kuşaktan.
Temmuz ayının ilk günleriydi… İstanbul’dan gönderdiği bir mesajında Gençay "Yaş kemale erince anı yazılır misali ben de yazdım. Bugün Bir Hayat Üç Dönem adıyla İletişim'den çıktı. Posta adresinizi yazarsanız size ulaştırmak isterim" diyordu.
Çok sevinmiş, kendisine adresimizi hemen iletip büyük bir sabırsızlıkla beklemeye koyulmuştum. Hem Türkiye’de, hem de sürgünde sosyalizm, özgürlük ve demokrasi mücadelesinde her daim birlikte olduğumuz yakın dostumuzun hayat hikayesini ve verdiği kavgaları kendi kaleminden okumak, hem benim için, hem de İnci için ömrümüzün sonbaharında büyük bir armağan olacaktı.
Unutmuyorum… Benim "Vatansız" Gazeteci adlı anılarımın sürgün öncesini anlatan birinci cildi on yıl önce Türkiye’de Belge Yayınları tarafından yayınlandığında gönderdiği bir mesajda Gençay "Nihayet bugün Cağaloğlu'nda bir toplantıda Ragıp kitabı verdi. Toplantıdan döndüğümden beri elimden bırakamıyorum. Eline sağlık mı desem, neden bu kadar bekledin mi desem? Umarım fazla geç olmadan İstanbul'da sakin ve hüzünlü bir akşam sofrasında iki laf ederiz" diye yazmıştı.
Ne ki, kitabı yayınlayan dostum Ragıp Zarakolu, o toplantıdan birkaç gün sonra bir komplo sonucu KCK davasından tutuklanacak, "Vatansız" Gazeteci’nin sürgün yıllarını anlatan ikinci cildi ise 2012 yılında Ragıp’ın yokluğunda yayınlanacaktı.
Ragıp ile 14 tutuklu arkadaşının tahliyesi üzerine Gençay, 11 Nisan 2012’de gönderdiği bir mesajda şöyle diyordu: "Her şeye rağmen bu buruk sevinç hepimize iyi geldi. Bu sonuca ulaşılmasında, başta sizler olmak üzere Avrupa kamuoyunu harekete geçiren bütün arkadaşların rolü oldu. Emeği geçen herkese kendi adıma teşekkürler. Bu arada, geçtiğimiz cumartesi gecesi (7 Nisan) Selçuk Erez'in evinde Maria'nın doksanıncı yaş gününü kutladık, tabii bol bol sizi ve eski günleri andık. Vatansız Gazeteci'nin 2. cildini, adının geçtiği yerleri işaretleyerek ona armağan ettim. Bazı bölümleri ayaküstü çevirerek anlattım, çok duygulandı. Sizi sevgiyle kucaklıyorum."
Gençay’ın bu mesajı bizleri son derece duygulandırmıştı. Mesajda adı geçen 90 yaşındaki Maria, 1971 darbesinden sonra yurt dışında yürüttüğümüz demokratik direniş mücadelesinde bizlere büyük yardımı olan Yunanlı dostumuz Maria Beckett idi. O, faşist albayların 1967 darbesinden sonra yurt dışında cuntaya karşı kamuoyu oluşturulmasında, Yunanistan’ın Avrupa Konseyi’nden atılmasında birinci derecede rol oynayan kişiydi…
Geçen yazımda da anlattığım gibi, 1972’de Türkiye’de başı dertte olan Mihri Belli’nin yurt dışına çıkışını sağlamak için Belçika’da hazırladığımız bir sahte pasaportu kendisine Maria Beckett aracılığıyla iletmiştik.
Tam 40 yıl sonra Gençay’ın benim anılarımı kendisine Türkiye’de 90. doğum yıldönümü hediyesi olarak sunduğu Maria’yı ne yazık ki, altı ay sonra, 29 Ekim 2012’de, sonsuzluğa uğurlayacaktık.
Anılarımda da ayrıntılı olarak yazdığım gibi, 1972 yılında ihtisas için Norveç’e gitmiş olan Gençay Gürsoy Türkiye’deki insan hakları savunucularının yurt dışıyla ilişkilerini kuranların başında geliyordu. Üniversitedeki konumu, saygıdeğer kişiliği ve özverili tavırlarıyla Türk ya da yabancı herkesin sevgi ve güven duyduğu bir kişilikti. Kendisiyle yurt dışında ilişkimizi sağlayan da Maria’ydı. İlişki kurulduktan sonra Türkiye’de hapishanelerden çıkartılan işkence belgeleri önce Gençay’a, sonra bize geliyordu, biz de bunları en kısa zamanda çevirileriyle birlikte başta Amnesty International olmak üzere insan hakları örgütlerine iletiyorduk.
Türkiye’ye dönüşünden sonra nöroloji uzmanı olarak İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde profesör olan Gençay’la 1980 yılında Avrupa Nöroloji Kongresi’ne katılmak üzere geldiği Brüksel’de tam da 12 Eylül 1980 darbesinin yapıldığı gün tekrar bir araya gelmiştik… Türkiye’nin Sesi radyosundan art arda cuntanın bildirilerini birlikte dinlerken kendisine yurt dışında kalması için ısrar etmiştik, ancak o Türkiye’ye dönerek mücadelesini orada sürdürmeyi tercih etmişti.
1983 yılında 1402 sayılı Sıkı Yönetim Yasası uyarınca "bir daha kamu hizmetinde çalıştırılmamak üzere" görevinden uzaklaştırılan Gençay, ancak 1990’da Danıştay kararı ile kaybedilmiş haklarını geri alarak görevine dönebilecekti. Bilimsel alandaki başarılarının yanı sıra meslek kuruluşlarında ve sivil toplum örgütlerinde olduğu gibi, sosyalist hareketin birliğini sağlama çalışmalarında da sürekli aktif olacaktı.
1996–2002 tarihleri arasında İstanbul Tıp Fakültesi Nöroloji Anabilim Dalı Başkanlığı’nı yürüten, iki dönem Türk Tabipler Birliği Yüksek Onur Kurulu üyeliği, iki dönem İstanbul Tabip Odası başkanlığı yapan Gençay, 2006’da Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi Başkanlığı’na seçilmişti. Türkiye İnsan Hakları Derneği ve Türkiye İnsan Hakları Vakfı'nın kurucuları arasında da yer aldığı gibi Toplumsal Araştırmalar Kültür ve Sanat İçin Vakıf başkanlığını da üstlenmişti.
1962 yılında öğrenciyken Türkiye İşçi Partisi'ne girmiş, parti kapatılıncaya kadar da gençlik kollarında ve çeşitli yönetim kademelerinde çalışmış olan Gençay, 1989’da sosyalistleri bir parti çatısı altında toplamak amacıyla başlatılan Kuruçeşme Toplantıları’nın çağrıcıları arasında yer alıp Sosyalist Birlik Partisi (SBP) kuruluşuna katkıda bulunduğu gibi, daha sonra kurulan Özgürlük ve Dayanışma Partisi'nin (ÖDP) merkez organlarında 3 dönem görev yaptı.
Kürt illerinde süregelen sokağa çıkma yasaklarının ve şiddetin bir an önce son bulmasını talep eden akademisyen ve araştırmacıların 2016’da oluşturduğu Barış İçin Akademisyenler inisiyatifinin bildirisini imzalayan 1128 akademisyen arasındaydı.
Gençay’la 12 Eylül darbesinden tam 33 yıl sonra ilk kez, 15 Ocak 2013’te HDP’nin ilk eş genel başkanı Fatma Gök’le beraber Brüksel’de bizi ziyarete geldiğinde tekrar birlikte olabildik. O ziyarette çok uluslu Güneş Atölyeleri yöneticileri, animatörleri ve öğrencileriyle de tanışarak onlara Türkiye’deki özgürlük ve demokrasi mücadelesinin sıcaklığını taşıdılar.
Gençay’ın 8 Temmuz 2021’de postaya verildiğini bildirdiği Bir Hayat Üç Dönem adlı kitabını, hem kendisini daha iyi tanımak, hem de ortak mücadele yıllarımızın anılarını bir de onun kaleminden okumak için sabırsızlıkla bekliyordum.
Ne ki, Avrupa Birliği 1 Temmuz 2021’den itibaren birlik dışı ülkelerden gelecek her türlü paketi, kitap da dahil, gümrüğe tabi tuttuğu için Bir Hayat Üç Dönem’in bana ulaşması dizi formaliteler nedeniyle tam 42 gün sürdü. Dün elime geçer geçmez, her şeyi bir yana bırakıp Gençay’ın yazdıklarını okumaya koyuldum.
Gençay benden üç yıl sonra, 20 Ağustos 1939’da, yani 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesinden 11 gün önce, Erzurum’un ilçesi Oltu’da doğmuş…
Kitabın ilk bölümünde anlatmaya başladığı çocukluk ve gençlik anıları benimkilerle bir çok benzerlikler taşıyor. Ama beni ilk sarsan, kitabın Levon’un Öyküsü diye başlayan birinci sayfasındaki şu satırlar oldu:
"Ailemizin geçmişine ait bilgi edinme merakı, çocukluğumda babamdan dinlediğim acıklı bir anı ile başlamıştı. Babamın ailesi o sıralarda (1917-1918?) Oltu’ya yakın Cücürüs adlı (şimdi Subatık) eski bir Ermeni köyünde yaşıyormuş. 1918’de, bölge Osmanlı yönetimine geçince Ermeniler köyü terk etmiş (?). Nasıl ter ketmiş? Neden ter ketmiş? O dönemde o bölgede olup bitenler hakkında resmi tarihin tek taraflı açıklamaları dışında pek az şey biliyoruz. (…) O sıralarda yaklaşık on-on iki yaşlarında olan babamın aklında kaldığıyla, Ermenilerin terk ettiği köyde güzel taş binalar, küçük bir kilise ve Levon adında tek bir erkek çocuk kalmış. Babamla arkadaş olan Levon sığırtmaçlık yaparmış. Bir sabah babam köy çeşmesinin başında onun kanlar içindeki ölüsüyle karşılaşmış. Levon’u kimin öldürdüğünü kimse sormamış. (…) Erken çocukluk yıllarımda, köyün kenarındaki dere yatağında oynarken bulduğumuz, Ermenilere ait olduğu söylenen insan kemiklerinin, kurukafaların neden mezarlıkta değil de dere yatağında olduklarını ancak yıllar sonra anlayabildim."
Gençay’ın anlattıkları beni birden 2. Dünya Savaşı’na denk gelen çocukluk yıllarımda ilkokulun üçüncü sınıfını okuduğum Kayseri’nin Muncusun Köyü’ne götürdü. Evet, Muncusun da bir zamanlar bir Ermeni köyü imiş, ne ki soykırım ve tehcir sonrası Ermeni sakinleri ya soykırıma ya da tehcire uğramış, yerlerine çoğunlukla Rumeli muhacirleri yerleştirilmiş… Kayseri’deki Ermeni köylerinin dramını "Muncusun… Mancusun… Soykırımın acılı beldeleri" başlıklı yazımla 10 Ağustos 2017’de Artı Gerçek’te ayrıntılı olarak anlatmıştım.
Bizim kuşağın 50’lerdeki DP despotizmi döneminde özgürlük mücadelesi ve sol arayış, 60’lı yıllarda Türkiye İşçi Partisi’ne katılımla başlayan sosyalist örgütlenme yıllarında yaşadıklarını, umutlarını, düş kırıklıklarını, her şeye rağmen mücadele kararlılığını asla terk etmeyişlerini, Gençay kalibresindeki bir bilim insanının kaleminden okumak gerçekten büyük bir kazanım…
Gençay, geçen yazımda anlattığım Mihri Belli’ye sahte pasaport sağlamamızın öyküsünü daha ayrıntılı şekilde yazarken, bizim o günlerin yoğun uğraşı içinde fark etmediğimiz benzer bir olayı da şöyle anlatıyor: "Doğan’lar, kısa bir sürede Türkiye’den illegal yollarla çıkmak zorunda kalan arkadaşlara pasaport vb, belgeleri sağlayabilecek ilişkileri kurmuşlardı… Tam o günlerde Mihri Belli her tarafta aranıyordu. Mihri Abi o sıkışık günlerde bir süre bizim Cihangir’deki çatı katında kaldı. Sakal uzatmış, halim selim bir yaşlı adama dönüşmüştü. O görünümdeki fotoğraflarını Maria aracılığıyla Doğan Özgüden’e biz göndermiştik. Orada hazırlanan pasaportu Maria, Helen adlı (ya da kod adlı) çok sevimli bir kadınla bize ulaştırmıştı."
O dönemde Belli’den başka, ihtiyacı olan her devrimciye, siyasal çizgi farkı gözetmeksizin, fotoğrafını değiştirdiğimiz Avrupa pasaportu sağlıyorduk. Bize iletilen fotoğrafların tamamının kime ait olduğunu da bilmiyorduk. Zaten çoğu Türkiye’de şahsen tanıdığımız kişiler değildi. Pasaport sağladıklarımızdan şahsen tanıdıklarım arasında Avrupa’ya ulaştıktan sonra TKP hiyerarşisinde yer alacak olan Cihan Şenoğuz’u anımsıyorum.
12 Mart cuntası tarafından kapatılmadan önce Ant Dergisi’nde birlikte çalıştığımız yakın dostumuz kimya mühendisi Faruk Pekin’in de yurt dışındaki direnişe gerekli belgelerin iletilmesinde Gençay Gürsoy ve Sinematek yöneticisi dostumuz Onat Kutlar gibi büyük katkıları olmuştu. Hakkında birçok dava açılmış olan Faruk’un da Türkiye’den çıkabilmesi için bir sahte pasaport düzenlemiştik, ancak kendisi mücadeleyi Türkiye’de sürdürmeyi seçmişti. Siyasal mahkumlara af çıktıktan sonra da Faruk DİSK bünyesinde sendikal eğitim uzmanı olacaktı.
Kimler olduğunu bilmeden pasaport sağladığımız devrimcilerden üçünü ise ancak yarım yüzyıl sonra Gençay’ın kitabından öğreniyoruz: "Cenevre’de Maria ile buluşup, Uluslararası Af Örgütü’ne iletmesi için elimizdeki son işkence belgelerini vermiştik. Bu arada daha önce gönderdiğimiz fotoğrafları yerleştirerek Bülent (Tanör), Yücel (Sayman) ve Öget (Oktem) için Doğan’lar tarafından hazırlanan pasaportlar Maria’ya ulaşmıştı."
İnci de, ben de, 526 sayfası yakın Türkiye tarihinin tüm aşamaları üzerine bire bir gözlemler, tanıklıklar ve değerlendirmelerle dolu olan Bir Hayat Üç Dönem adlı kitabı yazdığı için sevgili dostumuz Gençay’ı bugünkü 82. doğum yıldönümünde yürekten kutluyor, sağlık ve esenlik içinde daha nice yıllar diliyoruz.