Fadıl Öztürk

Fadıl Öztürk

Görüş bitti, annem gitti...

Rüzgârla savrulan beyaz bir yazma gibi gidip bir dala takıldı. Gökte hep uçurtmamdı sanki annem, birden yağmur olup üstüme yağdı. Şarkılar tek tek geçiyor önümden, ağıtların başı öne eğik.

Annem yaşadığı sürece, özellikle ortaokuldan sonra ya ben onun görüşmecisi olurdum ya da o benim. Bunun için annemin ölüm haberini alınca ‘Bir cezaevi olan bu dünyada görüş bitti, annem gitti’ diye başlı k atarak ölümünü dosta, arkadaşa duyurmuştum.

Annem, Mehmet Ağa ve Hatun’un ikinci çocukları olarak 1933 yılında nüfusa kaydedilmiş. Beşi kız, dördü erkek toplam dokuz kardeştiler. Babası onu 1938’den sonra Sıdıka Avar’ın öncülük ettiği, bir misyoner okulu olan Elâzığ Kız Sanat Okulu’na yatılı olarak vermiş. Son altı ayda Malatya- Akçadağ’da staj yapıp, öğretmen olacakken, babasının hastalığı ve ekonomik zorluklardan dolayı staj yerine gidemez ve mezun olamaz. Annemin okul yılları üzerine kendisiyle yaptığım ve bugün bir türlü bulamadığım, ‘Diplomam hala Akçadağ’da’ röportajının sonunda ‘Anne mezun olup öğretmen olarak hayatını sürdürseydin, ne değişirdi hayatında?’ soruma cevabı ‘Size daha iyi bakardım’ olmuştu…

Ben ilk çocuğu olmak kaydıyla iki erkek, beş kız çocuk sahibi oldu annem. Yaşadığı son güne kadar, değil çocuklarından birine bir tokat atmak, kem bir söz bile söylemeden büyüttü hepimizi. Çocuklarından kaçı ona benzedi, kaçı benzemedi o da ayrı bir şey. Annemin doğru bildiğinden asla vazgeçmeyen bir halinin olduğunu büyüdükçe daha iyi anlamıştım. Bunu da bir inat, bir zıtlaşma ile değil, zamana yayarak sürdürürdü. Annem sinir ve öfkelerinden arınmış, tamamen iyilik ve sevgiden yapılmış bir kadındı. Yaşlandıkça sevgisi gibi lekesiz duru bir beyazlık oldu annem.

Elazığ’da mahallenin Terzi Güllü’süydü annem. Önlük ve bayramlık elbise dikmediği çocuk yok gibiydi. Bütün itirazlarımıza rağmen bize aldırmaz, kimin bütçesi neyi imkânlı kılıyorsa o paraya dikerdi, hiç para almadan diktiği de az olmamıştır eminim. Evde ben ve diğer kardeşlerim annemin dikiş işlerine yardım ederek kalıp hazırlamayı, kumaş biçmeyi, teyel dikiş atmayı öğrenmiştik. Tıpkı insanlığımız gibi terzilikte de ustamızdı annem…

Askerlik dönüşü, dedemin de ısrarıyla Elazığ’a iş aramaya giden babam kurşun kalemini bıçağıyla ortadan ikiye kesip, yarısını bana, yarısını kardeşim Zeynel’e verdiği zamanı dün gibi hatırlıyorum. Onu takip eden günlerden sonra önce köyde, sonra Elazığ’da devam etti okul hayatımız. Okuma yazması olmasından dolayı evdeki yardımcı öğretmenimizdi annem. Orta okulu bitirdikten sonra babamların da teşvikiyle Tunceli Yatılı Öğretmen Okulu sınavlarına girmiş, kazanmış, evimizden, kardeş ve annemden ayrılmış, yatılı okulun buz gibi yalnızlığı ile tanışmıştım. Annemi ve kardeşlerimi özledikçe, ya da okulda ceza aldıkça Tunceli’den Elazığ’a annem ve kardeşlerimi görmeye gider, tekrar dönerdim okula. Benimle annem arasında dünyanın bir ‘görüş yeri olması’ işte tam o zaman başlamıştı.

12 Mart Askeri Darbesi ve ardından gelen baskılardan dolayı okulu bitirmeden terk etmek zorunda kaldım. Elâzığ’daki evimizde annem ve kardeşlerimle yaşarken her sabah ve her akşam iş dönüşü görüşür olduk annemle. Çalıştığım otelden daha iyi bir iş için uzaklara, Samsun’a gidip baraj inşaatında çalışmaya başlamıştım. Bayram izinlerinde annemi görmeye ben gider olmuştum. Uzun saçlarım, İspanyol paça pantolonlarım ve seyyar pikabım, Demis Roussos, Ruhi Su, Erkin Koray, Cem Karaca plaklarımla sendika örgütleme çalışması sürdürdüğüm için iki yıl sonra Doğuş şirketi tarafından kapı dışına konulmuş, Elâzığ’a annem ve kardeşlerimin yanına dönmüştüm. Annem Pikap ve plaklarımı aranmama, evimizin didik didik edilmesine rağmen 80 sonrasına kadar koruyup kollayarak getirmiş, ama çocukların elinde oyuncak olmaktan kurtaramamıştı. Duyduğumda çizilmiş plaklar kadar canım yanmıştı.

Son işyerim Tercan’da bir baraj inşaatı olmuş, orada da sendikal çalışmalarımdan dolayı işten atılmış, Elazığ’a dönmüştüm. 1975 yılı olmalıydı. Eski çocukluk arkadaşlarımla yeniden buluşmuş, dernekleşme biçimindeki örgütlenmelere katılarak antifaşist hareketin gelişmesine olan gücümle katkı sunmaya başlamıştım. Annem babamın eleştiri ve engellemeleri karşısında bana hep yardımcı olmuştu. İlk yazılamaya çıktığımızda boyalı elbiselerimi büyük bir gizlilikle yıkayıp beni deşifre etmeyen yine yoldaş olan annemdi.

Evimiz dışarıdan gelen devrimci arkadaşlarımın da eviydi. Onlara da sofrada bir tabak konur, onlara da yatak serilirdi. Misafirlerini ben oğlundan, oğlunu misafirlerden ayırmazdı. Baskı yoğunlaştıkça örgüt evlerinde kalmaya başlamıştık. O koşullarda bile karanlık çöktükten sonra anneme uğrar, kardeşlerimi görür ve dönerdim. O günkü görüşmelerimiz baskın yememek için 15 dakikayı geçmezdi... O günlerde annemin görüşüne ben giderdim…

Babam Elâzığ Kapalı Cezaevi’nde Başgardiyandı. Bir gün içeri düşeceğimden çok çekinirdi. Sonuçta Veteriner fakültesinde faşist işgali olunca, olanca acemiliğimiz ve olanca gücümüzle fakülteyi bastık. O baskında yakalandım ve kafam tabanca kabzasıyla polis tarafından kırıldı. Hiç tecrübesi olmayan annemin, gece sabaha karşı dörtte temiz gömlek ve süt getirdiğini bekçiden öğrenecektim. Artık annem benim ziyaretçim olmaya başlamıştı. Tutuklanıp içeri atıldığımda, ben tutuklu mahkûm, babam başgardiyanım, annem görüşmecim olmuştu. Görüş günü dışında beni görmeye gelen annemi, eve geri yollayıp, görüş günü gelmesini söyleyen de babamdı.

Ama herkesin nasıl babasının arkadaşları var ve onlarla ailece tanışıyorlarsa, ben de babamın arkadaşlarıyla tanışıyordum. Babam ve arkadaşlarının gecenin geç saatlerinde çay demleyip bana kafesteki aslan muamelesi yapmaları az olmamıştı. Benim yüzümden Mardin’e sürgün olan babam, Danıştay’da açtığı davayı kazanınca Tunceli merkezine tayin edilecek ve 12 Eylül’e kadar orada görevini yerine getirecek, oradan da emekli olacaktı. Annem her durumda evimizin direğiydi. Kız kardeşlerimle beraber ben yakalanıncaya kadar günlük giysileri ile uyuyup uyanmışlardı… Yakalanmam onların hayatında da bir ‘huzura’ neden olmuştu.

1981 Ekimi’nde Erzurum’da yakalandıktan sonra, ben mahkûm, annem görüşmecim olmaya başlamıştı. Bu durum Erzurum, Elâzığ ve Diyarbakır Askeri, Aydın, Nazilli E Tipi Cezaevlerinde bir on yıl kadar devam edecek, annemler vurulmadığım için yakalanmama içten içe sevineceklerdi. Ölümdense hangi biçimde olursa olsun yaşıyor olmamızdı onlara sevinç olan. O uzun sorgulardan çıkanlar, insanlığından da çıkıyorlardı. Öyle had bilmezlerin eğdikleri zamandan geçiyorduk…

1988 yaz tatilinde, ben Aydın E Tip Cezaevi’nde yatarken kardeşimi, eşini ve oğlunu bir trafik kazasında yitirdik. Annem o acıyla yas tutup, siyah giyindi çok uzun süre. 1991'de cezaevinden çıkınca İstanbul’a yerleşerek anne ve babamı Elazığ’dan İstanbul’a aldık. Beyoğlu’ndan annemi ziyareti aksatmadım hiç. Bazen de annem kardeşlerimle ziyaretçim oldular.

Sonra Bodrum’da işyeri açınca, oradan annemi görmeye gidip geldim. Annem merkezimdi adeta. Muğla, Elâzığ, Beypazarı, Ankara hangi şehirde olursam olayım tatillerde annem ziyaret edilen, ben ona ziyaretçi oldum. Evlenip İzmir’e yerleşince Menemen ve İstanbul’da ben ona ziyaretçi oldum. Gider kapılarını çalar, eşikte anneme boynumu uzatır, ‘Beni istediğin kadar öpebilirsin anne’ derdim. Öperdi uzun uzun. Vedalaşmamız da aynen böyle olurdu. Evden ayrılır ayrılmaz özlerdim annemi. Annemi üzmemek için özlemeyi kendime saklardım. Onun orada olduğunu bilmem, onu özlemem bana can olurdu.

Büyük küçük demeden hangi yolculuğa çıktıysam sonuçta yine ona dönüyordum. Bunu o da, ben de bilir ama hiç konuşmazdık. Kürtçe, Türkçe bilmemiz, o dillerle konuşmamız yetmiyordu ikimize de. Duygularımızın da alfabesi olmayan bir dili vardı annemle aramızda. Şimdi o gitti, o gidip acılarından kurtularak aslına döndü.

Rüzgârla savrulan beyaz bir yazma gibi gidip bir dala takıldı. Gökte hep uçurtmamdı sanki annem, birden yağmur olup üstüme yağdı. Şarkılar tek tek geçiyor önümden, ağıtların başı öne eğik. Ona söyleyemediğim bütün sözler ellerimden tutup beni ayağa kaldırmaya çalışıyorlar. Rengini saklayarak gelen güller çalıyor kapımı her sabah. Her sabah kalbim bir yarısının annemde kaldığını hatırlatıyor bana.

Size onu tane tane anlatmak isterdim. Yıldızları yere indirip onlarla uzun uzun konuşur gibi anlatmak. Gecenin saçlarını tarar gibi, beni doğurmuş bir günün batışını anlatır gibi anlatmak isterdim. Mümkünü yok. Dünya bir hapishane, görüş bitti annem gitti...

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Fadıl Öztürk Arşivi