Fadıl Öztürk
Hayale kurşun işlemez...
Maden işçilerine...
Konuşulan yerde dudaktan çıkar çıkmaz bize, sistemle dertleri olanlara dokunmadan uçup giden bir dil mi, yoksa ulaştığı her yerde insana kendi kurtuluşunun hayalini kurduran bir dil mi?
Boy desen, Türkiye ortalamasında bir boydalar. Saçları kırlaşmış. İşçiler onlarla, onlar işçilerle beraber eylem içinde yaşıyorlar. Onlar bir yerde yan masanızda otursalar belki de başınızı çevirip bakmazsınız bile. Eylemlerindeki samimiyetlerini örgütledikleri işçilere geçirmekle kalmayıp, onları eylem içinde izleyenlere duyanlara geçirebilen oldular. Çoktandır unuttuğumuz, belki de 12 Eylül sendikacılığının öncesinde kaldığı için umudumuzu kestiğimiz bir direnmenin küllerinden yeniden doğdukları için olmayan bahçelerimizde açan gül, pencerelerimizden içeri dolan güneş oldular. Bilinmeyen birilerinden değil, maden işçilerinden bahsediyorum. İyi geldi bize bu ayağa kalkış, iyi geldi bize yönünü Ankara’ya vermiş yürüyüş. Bu nedenle zulümle inleyen hayatımıza hoş geldi diyorum bu umut ediş...
Önderleri işçilerden sıyrılıp öne çıkmaya çalışan ya da işçilerin gölgesinde kalıp eriyen değiller. Onlar işçi olmayı, işçilerin her biri onlar olmayı biliyorlar. Beraber yiyip içiyor, beraber jandarmanın zulmüne uğrayıp gözaltına alınıyorlar. Kollarını kendilerine yastık yapıp otellerde değil karakolların nezarethanelerinde uyuyup uyanıyorlar. Biri hepsi, hepsi biri olmayı elden hiç bırakmıyorlar. Sabırlılar, saatin tik takları gibi zamanın/zamanımızın içinden geçiyorlar. Nasıl yaptılarsa bizi kilometrelerce uzakta, oturduğumuz evlerde aldığımız haberlerle kendi direnişlerine kattılar. Belki fiziki olarak bizi yanlarında görmediler ama onlarla kol kola yürüyüp, onlarla beraber gaz yiyerek, yürüyüş kolundan koparılarak karakollara sürüklendik. Gazdan değil ama hakkı olanı sökerek almanın sevinciyle gözlerimiz yaşarttılar. Bizi her seferinde kapısından döndüğümüz umudun kapısına kadar götürüp, açtırdılar bize o kapıyı. Evlerimizde artık sadece ölüm odası, yas odası, hüzün odası yok, işçilerin yerin altından yerin üstüne çıkardıkları umut odamız da var.
Tüm bunları sadece kendi dertlerine düşerek yapmadılar, öyle olsa gönül duvarlarımızı aşarak bize nasıl ulaşırlardı ki? İzmir depremiyle hepimiz kendi derdimize düştüğümüzde yönlerini Ankara’dan acılarımıza çevirerek, yıkıntılar arasında hayat arayıp, hayat bularak kurtardılar. Kara kömürü de, insan ömrünü de bilen ellerimiz, kollarımız oldular.
Önce yalanı söküp atmışlar aralarından, bizi karşı karşıya getirerek düzenlerini sürdürmeyi. Hepsi bir ağızdan konuşuyor, hepsi ölü bir dili canlandırarak aynı yöne adım atıp yürüyorlar. Sağcısı da, solcusu da, AKP’lisi de, MHP’lisi de, Kürt’ü de, Türk’ü de var onların arasında. Bu direniş onları bölüp parçalamıyor; dertte, o dertten kurtulmak için ortaklaştırıyor. Bu tavırlarını da bütün Türkiye duysun diye yüksek bir sesle seslendiriyorlar. Yalanları yok, gerçeğin ta kendisi olduklarını ilan ediyorlar. Arkalarında sadece aileleri, çocukları, cehennem gibi kömür ocakları, sendikaları yok onların. Haklarını almak için bizi de arkalarına aldılar.
Düzenin baskılamasıyla tüm toplumun örgütsüz kılındığı, ‘sol’ partilerin kendilerini düzenin yasal, güvenli sularına demirlemekle yetindiği bir zamanda; geleceği direnişle, yaka paça yerlerde sürüklenerek, gözaltlarında sabahlayarak, sözünü komutanın yüzüne şamar gibi vurarak kazanılacağını hatırlatmak için ortaya çıktılar. Hatırlatıcı oldular her birimize, umut dağıtanı, geleceği bugünden kurmanın yol açanı oldular.
Dünden çıkıp yarına varmak isteyenler. Yeni Çeltek’ten, Aşkale’den, Beypazarı ve Hekimhan’dan çıkıp gelmiş gibi girdiler hayatımıza. Gelecekten bize haber getiren haberci, müjde taşıyıcı oldular. Abarttığımı sanmayın sakın. Direnen işçiler, hak arayışını batıya taşımakla bugüne kadar direndikleri için yalnız konanlara müttefik olarak yalnızlığın duvarını tuğla tuğla sökecekler, umutluyum...
12 Eylül generallerinin içlerini boşaltarak yarattıkları sendika ve o sendikaların başında utanmadan abartılı maaş alan sendikacı tipini ısrarlı direnişleriyle bozan oldular.
Koltuklarına yapışık yaşayan, merkez binalarının kapısına çıkıp basın açıklaması yaptıktan sonra tekrar deri koltuklarına dönen, seçim zamanı millet vekili olmanın hayalini kuranların da iktidarını sorguladılar. ‘Bu hep böyle gitmez, dişliler bir gün yerini bulacak’ ayak seslerini duyurdular bize. Bizim çoktandır unuttuğumuz yeni bir sendikacı tipi çizerek, sözlerini eylem, eylemlerini verilmiş söz olarak kapımıza bırakıp bize hayal kazandırıp, umut besletiyorlar...
İnanın eylemleri ve söylemlerindeki samimiyetleriyle adı öne çıkan Kâmil Kartal’a Tahir Çetin’e, Başaran Aksu’ya ya da onların içinde yer aldıkları sendikalara övgü değil yazdıklarım.
Onların övülmeye hiç ihtiyaçları yok. Hak arama yolundaki samimiyetleri, hak ve adalet arayışıyla kavrulan her insanın kalbinde taht kurmuş durumdalar zaten. Bir nedenle direnenlerden biri kapımızı çalsa, kırk yıllık tanıdığımızmış gibi onları karşılar, içeri alırız. İçimizde direnen, hak arayan odanın ışıklarını sabaha kadar hiç söndürmez, sabahlarız onlarla.
Siyasetin kendisini öğüterek bitiren ve hayal gördürerek çoğaltan iki dili var: Öğüterek bitiren siyaset dili toplamımızı kitle, güruh olarak görür ve ne kadarını torbasına doldurursa kendine kâr sayar. Solu sağı yoktur bu dilin, benzeşerek elitizmi her durmada besler. Biz eskilerin deyimiyle: Bu siyaset yapma biçimi yüzünden objektif şartlar hazır olduğu halde, sübjektif şartlar bir türlü hazırlanamaz. Duvara konuşuyorum sayıp geçin bu durumu...
Siyasetin bir diğer dili; "Öyle mi alay komutanı? Buradayız biz! Yıllarca arkadaşımızın bedeninden parçalar kopartıldı o madende, parçalar! Şimdi bize güç göstereceksiniz ve biz bu güçten korkacağız öyle mi? Vallahi de korkmuyoruz, billahi de korkmuyoruz sizden!" diyerek ulaştığı her kişiye gelecekleri hakkında hayal kurdurup umutlandıran dilidir. Çünkü umut aranmakla ele geçmez, hayale kurşun işlemez...