Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
İnkâr Yok: Hezimeti sindiremedik Ama oyunu kaybettik diye küsmek yok
Tarih terslerinde popülizm konusunu işlerken ülkenin ve hatta kısmen dünyanın ilgi odağına oturan Türkiye’deki seçimlerin bizim de gündemimizi oluşturması kaçınılmaz, ama bu köşede bunun tarihsel perspektif içinde tartışılması, daha doğrusu tarihsel bağlamı içine oturtulması sorumluluğumu unutmuş değilim.
Öncelikle güncel olan: Wishful Thinking ve Hezimet
Kabul etmek gerekiyor ki “kötünün iyisini seçmek” dışında pek bir anlamı olmayan demokrasicilik oyununa katılma davetini (elimizden daha fazlası gelmediği için mecburiyetten) kabul ettik ve oyun muhafazakâr milliyetçi partiler dışında herkes için hezimetle bitti. Özellikle milletvekili seçimlerinde…
Burada muhafazakâr milliyetçi partiler derken seçmenleri katmıyorum, çünkü seçim sonucunun uzun vadede onlar için de hezimet anlamına geldiğini düşünüyorum. İkinci turda da milliyetçi muhafazakârlığın zaferinin ekonomik sonuçları başta olmak üzere siyasi, kültürel ve sosyal sonuçlarının bir bütün olarak Türkiye’yi nasıl bir krize sürükleyeceğini görmek için fazla beklemeye gerek kalmayacak.
Ancak hezimet deyince ilk akla gelenler, tahminlerde çok yanılan ve özellikle muhalefeti yanıltan anket(çi)ler oluyor. Bunun nedenleri uzun uzadıya konuşulabilir, ama onların oynadığı tahmin oyunu biz fanilerinkinden neden daha güvenli, ondan da emin olamıyorum.
Sonra da iyimser değerlendirmeleri ile tüm muhalif yazarlar farklı oranlarda bu hayal kırıklığında pay sahibidir. Bu topraklarda çok yaygın bir sorun olan (İngiliz’in wishful thinking dediği) “dileğini fikri sanma” aymazlığı, sadece muhalif yazarlara değil mevcut iktidardan bıkmış herkese ait bir sorundu. Öyle ki seçimden önceki haftalarda çok değişik ortamlarda oynadığım tahmin/anket oyununda en eğitimlisinden eğitimsizine kadar her grupta “inşallah …” veya “umarım …” diyerek cevaba başlayanlar çok oldu. Dileklerini değil tahminlerini sorduğumu hatırlattığımda, aslında soğukkanlı tahminden kaçanların olduğunu bile gördüm. Sonuç olarak, dilediği şeyi tahminiymiş/fikriymiş gibi sunan ya da öyle sanarak buna inananların beklentiyi çok yükseltmesi, sonuçta yaşanan hayal kırıklığının büyüklüğünde önemli rol oynadı.
Hezimetin Kaynağı: İradenin İyimserliği Karşısında Aklın Kötümserliğinin İhmali
Yaşanan sonuca hezimet dememin nedeni aslında ilk yarattığı psikolojik etkiyle ilgili. Yani aslında iktidarın oy kaybettiği seçim sonuçlarından çok, yüksek beklentinin karşılanmamasının yarattığı etki hezimet olarak değerlendirilmeli.
Gramsci’den ilhamla söyleyecek olursak, devrimci dönüşümler için iradenin iyimserliği elbette en önemli etkendir, ama buna aklın kötümserliği eşlik etmezse yaşanacak şey, hayal kırıklığı olacaktır.
Aslında iyimserlik için çok da neden vardı: Bu sefer demokrasicilik oyunu muhalefet tarafından çok iyi oynandı ve iktidarın oy kaybetmesi için tüm koşullar var gibi görünüyordu.
Doğal olarak, muhalefetin başarısı, etkili bir tüccar/reklamcı söylemine/kampanyasına ve Kılıçdaroğlu’nun Altılı Masa’daki iyi kaptanlığına dayanıyordu. Siyaset buysa, daha fazlası can sağlığıydı. Ancak, beklentilerin yüksek olmasında, yani on yıllık otoriter rejimin ve son beş yıllık totalitarizm inşa sürecinin durdurulması için umutların artmasında bu başarının rolü büyüktü. Özellikle son bir ayda etkin ve geçmişe göre çok başarılı bir kampanya yürütüldü, ama maalesef yetmedi. Sonu hüsranla sonuçlansa da bunu akılda tutmak gerekir.
Aşırı iyimserlik nedeniyle beklenti çok yüksek tutulduğu için seçimler duygusal açıdan hezimetle sonuçlanmış olabilir, ama geriye dönük teleolojik yaklaşımla, seçim çalışmalarının başarısı inkâr edilmemeli.
Ayrıca kabul etmek gerekir ki aylar süren Altılı Masa inşası sayesinde bu ülkede ilk olarak siyasi görüş bağlamında çok geniş bir yelpazede ortak siyaset yapılabileceğini gördük.
Bunun seçmen nezdinde karşılık bulmamasının nedenleri, özellikle İttifakın muhafazakâr milliyetçi partilerinin bu konudaki başarısızlığının nedenleri acilen araştırılmayı bekleyen konular arasında.
İyimserliğin bir başka kaynağı da kamuoyunda büyük desteğe sahip olduğu görülen, ama uzun süre Millet İttifakı’nın aday belirlemesi önünde (popülerlikleri nedeniyle) en büyük engel olarak görülen Ekrem İmamoğlu ve Mansur Yavaş konusunda (Akşener’in son andaki hamlesi sayesinde) bulunan yaratıcı çözüm oldu: Birden en ideal durum ortaya çıkmıştı.
Ayrıca hem aday gösterilme sürecinde hem de seçimlerde belirleyici rol oynadığı düşünülen Kılıçdaroğlu’nun Aleviliğinin ontolojik dezavantajı, yani özellikle taşrada hâlâ yaygın olan Alevifobinin seçimlerdeki etkisi her siyaset insanı ve kurumu kadar, her soysal bilimcinin üzerinde çalışması gereken büyük bir yüz karasıdır. Bunun kadar kaygı verici olan sosyolojik bir olgu, İmamoğlu’nun Trabzonlu Sünni Türk olmasının kendisine sağladığı düşünülen ontolojik avantajdır. Muhafazakârların Yavaş’a verdiği destek, kendisinin Sünni Türk olmasının ötesinde ülkücü/sağ gelenekten gelmesine dayanıyor, diğerleri sosyolojik vaka olarak Kılıçdaroğlu için Alevi/Kürt düşmanlığı ve İmamoğlu için Sünni/Türk severliği/güveni kaynaklıdır. Bence Türkiye’de asıl uğraşılması gereken meselelerin başında bu gelmektedir.
Bunun kadar önemli bir mesele de seçimlerin sonucunda bundan da çok etkili olduğu düşünülen HDP ve PKK desteği heyulası üzerinden yaratılan, seçimin kaderini Kürtlerin belirleyeceği terörizasyonunun muhafazakârlar üzerindeki etkisidir. Bir sonraki yazıda ele alacağım bu olguyla ilgili şimdilik şunu söylemekle yetineyim: CHP’ye ve hatta içinde İYİ Parti’nin olduğu Millet İttifakı’na “HDP = PKK = Terör” desteği iddiaları konusundaki Göbelsvari kara propagandanın etkisi çok büyük oldu, ama bunun kaynağında bizzat muhalefet partilerinin son on yıldaki siyasetlerinin katkısı unutulmamalıdır. Demirtaş ve arkadaşlarının milletvekillerinin düşürülmesi ve haksız yere içeride tutulması konusunda belirleyici rol oynayanlar ve terör bahanesiyle meclisin üçüncü partisinin samimi barış haykırışlarına rağmen her gün devlet terörüne maruz bırakılmasına seyirci kalan CHP ve İYİ Parti, yaratılmasına katkı sundukları heyulanın kendilerini vurmasını engelleyemedi.
Diğer yandan, seçimler öncesinde umutların yüksek olmasında, iktidar açısından en kötü günlerinin yaşanıyor olması da çok etkiliydi doğal olarak.
Son bir yılda özellikle orta sınıflar için büyük yıkıma yol açan ekonomik krizin seçimlere en çok etki edecek gelişme olduğu aylarca sıkça dile getirildi. O zaman seçim kampanyasının ekonomik söylem üzerine kurulmasını önerenlerin bugün çıkıp kampanyanın fazla ekonomi odaklı olduğunu ekleştirmelerine bakmayın, Süleyman Demirel’in boş tencerenin devirmeyeceği iktidar olmayacağı sözünü de bu “hep haklı akıl hocaları” durmadan tekrarladı seçim öncesinde. Nitekim patates soğan retoriği bu akla uyularak oluşturuldu. Yanlış olup olmamasından bağımsız olarak, işe yeterince yaramamış olmasından yola çıkarak önerenlerin inkârı veya sorgulamadan bugün külliyen yanlış ilan edilmesi sorunludur.
Aynı şekilde deprem sonrasında tüm çıplaklığıyla ortaya çıkan ve bu köşede haftalarca işlemeye çalıştığım devletin/iktidarın açık iflasının seçimlerde iktidar aleyhine yansımasının beklenmesi de anlaşılır bir şeydi. Ancak Soma’da olduğu gibi, bu konuda beklenenden farklı bir sonuç çıkması, halkı suçlama ve sitem saçmalığı yerine kusuru bu beklentimizin kendisinde arama vaktini gösterir aslında. Bize doğal gelen bu beklentinin karşılık bulmamasının nedenlerini anlamak veya belki de bunun doğal olup olmadığını araştırmak, siyasetin ve siyaset biliminin asli görevlerinden biri olmalıdır bugün. Zira tarihsel kaynaklarıyla birlikte bu tavrı anlamak krize rağmen iktidardan kopmama tavrını anlamamıza da yardımcı olacaktır.
Yine seçim öncesi süreçte ortaya çıkan, yıllardır iktidarla iç içe çalışmış yeraltı dünyasından itirafçıların aktif sosyal medya kampanyalarının da iktidarın kirli yüzünü göstermesi bağlamında seçimler üzerinde etkili olması beklentisi de karşılıksız çıktı. 17-25 Aralık döneminin ayyuka çıkardığı kirli dünyaların iktidar içindeki çatışmalar sonucu kamuoyunun önüne koyulmasının, özellikle iktidar yanlıları ve seçmenleri üzerinde etkili olmaması da üzerinde yeterince durulmayan, sosyopolitik bir olgu olarak tarihsel kökenleriyle birlikte araştırılmayı beklemektedir.
Peki Ne Oldu?
Hükümetin kan kaybıyla sonuçlanmasına rağmen ilk anda muhalefetin yenilgisi olarak okunan seçim sonuçlarının soğukkanlı değerlendirmesini sonraki yazıya bırakarak kısaca şunu söylemek isterim: Yukarıda sayılan ve sayılamayan nedenlere yirmi yıldır iktidarda olmanın yorgunluğu vb. dezavantajları eklenince iktidarın yüzde kırkın üstünde oy alması bile muhalefet için başarısızlık sayılabilir. Bunda siyasette hakim olan sığ popülist söyleme ve siyaset yöntemine teslim olmak kadar, iktidarın tam da buna uygun olarak son anda verdiği seçim rüşvetleri de etkili oldu. Bir zamanların kömür vb. yardımların “onurlu halkımız” üzerinde etkili olmayacağı yönündeki naif değerlendirmelerinin hiç değişmemiş olması şaşırtıcı doğrusu.
Diğer yandan, devlet olanaklarının sonuna kadar kullanılması bağlamında eşitsiz koşullarda seçime gidildiği herkes tarafından görüldüğü halde, belki de Türkiye tarihinde neredeyse tüm seçimlerde farklı oranlarda bu adaletsizliğin söz konusu olduğu bilindiği için, herkes oturup adil bir maç izler gibi tahminlerde bulunabiliyor ve hatta adaletsizliğin mağduru olan muhalefeti destekleyen yazarlar buna rağmen kazanacaklarına inanarak (olumlu kampanya havasının coşkusuna kapılarak) bu meseleyi gündeme getirmekten bile imtina ediyorlardı.
Etik Sorumluluk: Oyununun Bariz Dezavantajlılarını ve Oyunbozanlığı Unutmamak
Adaletsizlik deyince hemen eklemem gerekir ki HDP ve YSP’ye yaşatılanları unutarak seçim sonucu değerlendirmesi yapmak bence etik dışıdır. Yıllar önce Duvar’da yayınlanan Zafere Kaçış yazımda sözünü ettiğim ahlaksız ve adaletsiz maçın/oyunun, bugün daha az adil koşullarda yapıldığını unutmamak gerekiyor.
Seçimle ilgili yazarken bunun altını çizmemenin, bunu belirtmeden sanki “normal” bir maç oynanıyormuş gibi maç öncesi ve sonrası değerlendirmeler yapmanın etik olmadığını düşünüyorum. Bu vesileyle görevimi yerine getirirken, bu oyunbozanlıkta ve oyundakilerden birinin elinin kolunun bağlanmış olarak sahaya çıkmasında muhalefet partilerinin maalesef olumsuz rolünü ve hatta açık katkısını anmayı da etik zorunluluk olarak görüyorum.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.