Bilmez Hocadan Tarih Tersleri
Haydi sandık başına, demokrasicilik oynamaya!
Bu bir boykot çağrısı değildir.
Tam tersine sandığa çağrı yazısıdır: Bugün sandığa gitmek ve son on yıllık diktatörlük inşası ile son beş yıllık totalitarizm kurumsallaşmasına karşı oy vermek hayati önemdedir!
Ancak sadece bunun önemini dile getirmek için oturup bir yazı kaleme alacak halim yok; bunu yeterince yapan var. Tarih tersleri bağlamında yapmak istediğim şey, söz konusu sandık ve oy verme hakkında bir başka tarihsel gerçeği dile getirmek: Bu adım şu anda gerçekten elzem olsa da aslında tam demokrasi için değil, onun inşası için gerekli olan asgari koşulların veya gerekli ortamın oluşma olasılığı için oynanması gereken basit bir demokrasicilik oyunudur.
Demokrasimsi bir rejim olarak kabul edebileceğimiz ‘parlamenter demokrasi’ vaadi ne kadar gerçekleştirilir veya bu bileşimin demokrasi ayağı ne kadar güçlü olur göreceğiz. Ancak mono-blok bir iktidarın yarattığı tek parti terörünün dağılması ve biat etmeyenlerin ve hatta tüm farklı olanların hayat mücadelesi vermek zorunda kalmayacağı bir havanın yaratılması, asgari ama en acil mesele olarak önümüzde durmaktadır.
Bu oyunun oynanması gerekiyor, çünkü maalesef diğer tüm alanlar şu anda neredeyse tamamen tıkanmış durumdadır. İktidarın bu konudaki ‘başarısı’ ve bunda muhalefetin payı ayrıca tartışılmalıdır, ancak demokrasi mücadelesi verenlerin (eğer ‘içeride’ değilse) şu anda ‘dışarıda’ bile özgür yaşaması ve hatta nefes alması çok zor görünüyor.
Bu rejimin yarattığı ekonomik yıkımın özellikle geniş kitleler üzerindeki etkileri yeni hükümet tarafından kısmen ortadan kaldırılabilir belki, ama asıl siyasi yıkımın ortadan kaldırılması ve demokrasi mücadelesi seçimlerden sonra mümkün ve elzem olacaktır.
Temcit pilavı misali önümüze konulan eskimiş yeniler
Neo-liberalizmin iflası nedeniyle eskinin yeniden kıymete bindiğini ve eski sözün yepyeni buluşlar gibi önümüze koyulduğunu sıkça görmeye başladık son zamanlarda. Geçen yazıda dile getirdiğim, dikotomilere sıkışma veya sarkacın iki ucu arasında savrulma durumu her alanda karşımıza çıkmaktadır. Günümüzün küresel düzeyde iflas etmiş neoliberal ve post-modern değerleri ve vaatleri karşısında önceki dönemin global düzeyde iflas etmiş değerleri ve vaatleri, yepyeni sözlermiş gibi gündeme sokulabiliyor; onlara yeniden sarılma eğilimi giderek güçlenerek yayılıyor:
- Çökmekte olan serbest piyasacılık ve denetimsiz özel girişimcilik anlayışı karşısında daha önce çökmüş sosyal demokrasi deneyimi, reel sosyalist devletçilik ve hatta neo-Keynesçilik anlayışına yeniden sarılma eğilimi.
- Çıkmaza girmiş post-modernizm karşısında yeniden kapitalist modernizme razı olma eğilimi.
- Bunun Türkiye ayağı olarak: Post-modernist veya İslamcı anlayışla hayata geçirilmiş olan ‘Kemalizm ile mesafelenme/hesaplaşma’ politikasının tıkanması karşısında neo-Kemalizm’e sığınma eğilimi.
- İflas etmiş globalizm ve liberal uluslararası iktisat politikaları karşısında içi boş anti-emperyalizm ve bugün anlamı çarpıtılan milli iktisatçılık anlayışının yeniden rağbet görmesi.
- Sermayenin serbest dolaşımını merkeze alan evrenselcilik ve elitist liberal kozmopolitizm anlayışının iflası karşısında yeniden ulus paradigmasına sığınma
- Bunun Türkiye ayağı olarak: Ümmetçi ve yeni-Osmanlıcı anlayışla ve AB üyeliği olasılığının verdiği motivasyonla geliştirilen ulus-aşırı açılımcı ve yayılmacı perspektifin ve tekçi ulus-devlet politikalarından uzaklaşma eğiliminin sekteye uğraması karşısında yeniden içine kapalı megaloman diplomasinin ve çoğulluk karşıtı anlayış ile Kürt düşmanlığının ve tekçiliğin şaha kalkması.
- Günümüzün popülist otoriter rejimlerine karşı geçen yüzyılın iflas etmiş parlamenter demokrasisinin her derde deva bir rejim olarak önümüze konulması.
Paradigma düzeyinde yaşanan küresel krizin farkında görünmeyen ana muhalefetin özellikle bu son nokta bağlamında sadece eski parlamenter sisteme dönüş vaat ettiğini düşünecek olursak, asıl işimizin seçimlerden sonra başlayacağını daha iyi anlarız.
Ancak, şu anda parlamenter demokrasiye dönme olanağının kıymetini bilmek gerekiyor elbette. Evet, ilk yapılması gereken ‘dönmek’, çünkü acilen yapılabilecek olan budur.
Tuzu kuruluğun lüzumu yok; hepimizin tuzu çok ıslak!
Tekrar altını çizmekte fayda var: Daha da uzatılabilecek bu listede yeniymiş gibi önümüze konulan eskiler veya tüm eskimiş yeniler son yüzyılda iflas ettiği için, bugün hâkim olan neo-liberalizm, post-modernizm ve sonuç olarak sağ popülist diktatörlükler onların yerini almıştır. Üstelik bu iflas, durduk yerde veya savaşlar sonucunda değil, açıkça içeriden çöküş veya yıkım süreci sonunda gerçekleşmiştir.
Çağımızda küresel düzeyde yaşanan, açıkça demokrasi krizidir; o da daha genelde yaşanan modernite krizinin bir parçasıdır. On yıllardır hakkında akademik-entelektüel önemli literatür üretilmiş bu stratejik meseleyle yüzleşmeden, siyasi ve iktisadi alanda taktiksel adımlar ve çözümlerle sınırlı bir şekilde yapılan siyaset, krizi aşmaktan ziyade, sürekli debelenmeyi veya sarkacın iki ucunda savrulmayı getirmektedir.
Bugünkü seçimlerin sonucu ne olursa olsun günümüzde asıl mesele, içinde bulunduğumuz global düzeyde yapısal krizi aşmak için yeni söz ve yeni siyaset arayışına girişmektir. İleride bu işe girişmeden önce yapmak istediğim üç şey var:
- Önümüze yeniymiş gibi konulanların aslında miatları dolmuş eskiler dolduğunu tarihsel gerçeklik olarak hatırlatmak
- Mevcut kriz/çıkmaz ile ondan önceki dönemin iflas etmiş söylemi arasında seçim yapmak zorunda olmadığımızın altını çizmek
- Yeni söz ve siyaset arayışında bazı ip uçları ve farklı yaklaşım önerileri sunmak.
xxxxx
Bundan tam 73 yıl önce bugün, 14 Mayıs 1950 günü yapılan seçimlerin demokrasi getirmediğini biliyoruz. ABD ve Britanya taklidi iki-partili demokrasicilik oyununa geçiş amacıyla bizzat eski rejimin lideri olan Cumhurbaşkanı İnönü tarafından başlatılan (sevgili İlhan Tekeli hocamızın deyişiyle) popülist modernizm sürecinin planlanmış sonucuydu yaşanan. 20 yıllık tek-parti diktatörlüğünün sahibi olan CHP’nin içinden 1946 yılında çıkan, müesses nizam onaylı muhalefet olarak Demokrat Parti’nin 1950 yılında iktidara gelmesiyle bu popülist modernizm doruğa ulaştı. Nihayet, günümüzde artık çok iyi tanıdığımız popülist otoriterliğin adeta 1950ler versiyonu hızla inşa edildi.
1954 seçimlerinde yaşanan ilk gerileme ve onu takip eden ekonomik duraklama, ardından 1957 seçimlerinde gelen daha büyük gerileme ve ona eşlik eden ekonomik kriz, DP’de halkın sandık desteğine dayanmanın verdiği zafer sarhoşluğu ve özgüven patlamasını engellemedi. Nihayet askeri darbe ve ardından hukuksuz yargılamalar ve idamlarla sonuçlanan bu sürecin her boyutunun günümüzde farklı aktörler tarafından özlemle anılması, demokrasi tartışmalarında çözülmemiş meselelerden biri olarak karşımızda duruyor.
Bugün popülist otoriter rejimin bir askeri darbe aracılığıyla değil, hiç adil olmayan çok eşitsiz koşullarda da yürütülse bir seçim sonucunda değiştirilmesi ihtimali bile, sağdan sola tüm demokratlar için büyük teselli kaynağı olabilir.
Yıllar sonra Demokrasi Bayramı ilan edilen 14 Mayıs’ın yıldönümünde bugün yapılacak seçimlerde en radikal vaadin yeniden parlamenter demokrasiye geçiş olması, maalesef günümüz küresel konjonktüründe yaygınlaşan popülist otoriterliğe karşı ‘kötünün iyisine razı olma’ davetidir.
Gerçekçi olup günümüz koşullarında bu daveti kabul etmenin kaçınılmaz ve hatta elzem olduğunu görmemiz gerekli olabilir, ama bununla yetinmemek gerektiğini de asla unutmamak gerekiyor!
Gerçek katılımcı demokrasi ve bu bağlamda demokratik cumhuriyet tartışmasına elbette tarihsel kaynaklarıyla birlikte seçimlerden sonra devam edilecektir.
Bu bağlamda, son zamanlarda pek rağbet gören, parlamentarizm ile sınırlı siyasetin ötesine geçerek, katılımcı, doğrudan veya müzakereci demokrasi mücadelesi için ‘başka bir siyaset’ bağlamında en az zarf (imaj) kadar mazrufa (dönüşüm ideolojisi ve hatta epistemolojisi) da önem verilmesi gerekiyor. Ancak unutmamak gerekiyor ki günümüzde yaşamın neredeyse her alanında zarfın mazruftan veya niceliğin nitelikten önemli olduğu gerçeği, neo-liberalizmin kaçınılmaz sonucudur.
Şu anda tek parti ve tek adam diktatörlüğünden ve onun yarattığı siyasi, idari, kültürel ve iktisadi çürümüşlükten kısmen de olsa kurtulmanın bu yönde küçük, ama hayati bir adım olduğu açıktır.
Ancak asıl ihtiyaç duyulan ‘eskiye dönme’ değil, yeni bir dönüşümdür. Seçimlerin sonucu ne olursa olsun, asıl bunu konuşacağız.
Bülent Bilmez: Lisans eğitimini ODTÜ Ekonomi bölümünde, doktorasını Berlin Humboldt Üniversitesi’nde tamamlayan Prof. Dr. Bülent Bilmez, 2005 yılından beri İstanbul Bilgi Üniversitesi Tarih Bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. 30 yıla yakın hocalık sürecinde, daha önce Almanya’da (Berlin Freie Universitaet), Arnavutluk’ta (Elbasan Alexander Xhuvani Üniversitesi), Kosova’da (Prishtina Üniversitesi Yaz Okulları) ve Türkiye’de değişik üniversitelerde dersler verdi. Bir dönem Tarih Vakfı Başkanı olarak görev yapan Bilmez’in araştırma ve ders konuları şunlar: Modernleşme/(az)gelişme, emperyalizm ve küreselleşme teorileri; son dönem Osmanlı modernleşme süreci ve bu bağlamda modern kolektif kimlik inşa süreçleri ve modern Balkan (özellikle Arnavut/luk) tarihi ile Türkiye Cumhuriyeti tarihi; Türkiye’de azınlıklar ve bu bağlamda sözlü tarih, kolektif bellek ve geçmişle yüzleşme.