Fadıl Öztürk
Her yer İstanbul...
Gündemi takip etmek ve onun hızını yakalayıp, ona göre bir makale yazmak mümkün değil. Ben en iyisi hayatıma girmiş belediyelerle başlayıp, oradan İBB seçimine varayım. Hiç olmazsa yazı gündeme kurban olup kum gibi parmaklar arasından akıp gitmez, kalır.
Bizim kentlerdeki belediyelerle tanışmamız cumhuriyetle başladı. Katliam ve sürgünlerden epey sonra geride kalanlar kendilerine bir hayat örmek için göçtükleri şehirlerde belediye ile tanıştılar. Ben, okumak için taşındığımız Elazığ’da tanıştım belediyeyle. Belediyeyi, belediye binasını tanımadan ilkokulda ‘Herkes kapısının önünü temizlerse...’ diye başlayan cümleyi öğrenmiştik. Köylerimizin tozlu ve çamurlu yollarına benzemeyen, taş döşenmiş yollarla tanıştığımız yıllardı. Belediyenin yolunu dahi bilmezken, mahalleli bir elinde faraş bir elinde çalı süpürgesiyle dolaşan çöpçüsünü, çöpçüsü de mahalleliyi tanırdı o zaman. Çöpçülük, devlet kapısında bulunmuş bir iş olduğu için hamallık gibi ağır işlerden daha itibarlıydı. Çöpçülük aşağılanmaz, onlara yardım eli uzatılırdı.
‘Herkes kapısının önünü temizlerse...’ diye başlayan cümlenin, adına ‘Köse’ denilen ve mahallede başıboş dolaşan köpekleri temizlemekle (telef etmekle) görevlendirilen belediye memurları olduğunu öğrenince temizlemenin ne anlama geldiğini öğrenmiştik. Düzen ve kurumlarının uygulamalarına ilk kez çocuk halimizle karşı gelmiş, canlı hayatların yanında saf tutmuştuk.
Mahalleli kendi arasında Alevi, Sünni, Ermeni ayrımı ile gizli bir saflaşma yaşasa da belediyenin telef memurları olan köselere karşı mahallenin başı boş dolaşan köpeklerini koruyup kollamakta birleştiklerini dün gibi hatırlıyorum. O durumlarda mahalleli sokak köpeklerini bahçelerine, hatta evlerinin içine alarak saklar onların telef edilmemeleri için ellerinden geleni yaparlardı. Köpekler de katillerini tanıdıkları için mahalleliye sığınırdı. Bu durum mahallelinin üzerinde konuşup anlaşarak sergilediği bir hâl değil, bütün farklılıklarına rağmen bir canlının yaşamı üzerinde zımnen anlaştıkları bir durumdu. Tıpkı olmadık bir ağaç dalında kuşlara pusu kuran kedileri gördüğümüzde onları taş ve sopa ile kovalamak gibi bir insan haliydi.
Köseler mahallelinin bu halini bildiklerinden saklanan köpekleri bulmak için olmadık köşelere kadar gizlice girerdi, mahallelinin sert tepkisiyle karşılaştıklarında da oraları hemen terk ederlerdi. Dini, dili, ırkı ne olursa olsun mahalleli köseleri tanır, amaçlarını bilir ve besledikleri köpekleri korumak için birleşirlerdi. Tarlalarda, sokak içlerinde telef edilmiş köpek cesetlerini gördüğümüz için belediyelere muhalif olmuş çocuklardık. Yani temizlemenin kapısının önünü süpürmekle kalmadığını böylece öğrenmiş, muhalif olmuş ve üstümüze düşeni yapmıştık.
Elâzığ Belediye binasının altındaki Saray Sineması’nda sahnelenmek istenen Pir Sultan Abdal oyununun gerici faşist kesimin kazan kaldırmasıyla oynanmadığını dün gibi hatırlıyorum. Yıl 1967 ya da 1968 olmalıydı. Sonraki yıllarda bütün partilere ve adaylarına rağmen Elazığ Belediye Başkanlığı seçimlerine Gündoğdu adında alevi bir aday ile bağımsız girdiğimizi, ben ve sonraki siyasi hayatta da arkadaşım olacaklarla beraber 1. Harput Caddesi üstünde bir kahveyi üs olarak kullandığımızı, çok iyi çalıştığımızı hatta seçimi kazandığımız halde bize kaybettirildiğini hiç unutmuyorum. ‘Herkes kapısının önünü temizlerse...’ ile başlayan sözün siyaseten de yok saymak, fırsat vermemek olduğunu o zaman öğrenmiştik...
Büyüyüp kendimize bir yol çizdiğimiz dönemde, devlet olanca gücüyle ‘Nokta Operasyonu’ adı altında Fatsa’ya yüklenirken oradaki tüm partilerin ilçe teşkilatlarının parti genel merkezleri ve devlet baskılarına rağmen Terzi Fikri’nin arkasında durmaları geliyor aklıma. O zaman ‘Herkes kapısının önünü temizlerse...’ sözünün kanla yapılmış olduğuna tanık olmuştuk. Birçok devrimci o operasyonla öldürülmüş olmasına, Terzi Fikri cezaevinde ölmesine rağmen, halkın kendisini yönetmesine iyi bir örnek inkâr edilmez bir gelenek olarak kendini bugüne taşıdığını bilmeyenimiz yoktur. O Nokta Operasyonu ile devletin ‘temizleme’ niyetinin sınır tanımazlığını da öğrenmiştik.
Yine de ‘Herkes kapısının önünü temizlerse...’ ile başlayan cümleyi yaşadıklarımızdan azade, olduğu gibi okursak: yarın yapılacak İstanbul seçimi İstanbullunun iktidarı kapısının önünden temizleme seçimidir. Bu durum faşizan iktidardan kurtulma savaşının başlama düdüğüne döndü, artık her yer İstanbul...
‘Herkes kapısının önünü temizlerse...’ deyimindeki ‘kapı’ İstanbul’dur şimdi. O kapı, hangi şehirde yaşarsak yaşayalım her birimizin kapısıdır artık. Zar zor idare ettiğimiz, tencerenin kaynadığı, ele güne muhtaç olmadığımız, derdimize razı olduğumuz yerin kapısıdır. Evin babası o kapıdan çıkıp gider işe, çocuklar o kapıdan çıkarak giderler okullarına. Bir işte çalışmıyorsa evin annesinin adeta nöbetçisi olduğu yerdir o kapı...
Onları süpürüp atma nedenlerimiz ihtiyaçlarımızdan kaynaklanmalı, yaşama arzumuzdan, insan kalma halimizden, hayatımızı kimseye muhtaç olmadan sürdürme halimizden...
Bunları yazarken aklıma hiç durmadan akan nehirler geliyor, gökyüzünü yurdu sayan kuşlar geliyor, rüzgârla beraber bir basma entari gibi sallanan buğday başakları geliyor, daha doğmadan isim aradığımız çocuklar geliyor, akşama doğru gölgeleri uzanan ağaçlar geliyor aklıma. Bunları yazarken her yer İstanbul...