Doğan Özgüden

Doğan Özgüden

Hiroşima 75… Ya Tayyip’in nükleer tehditleri?

15 yabancı ülkede asker bulundurup 57 ülkenin askerine Türkiye’de komando eğitimi vermekle övünenlerin yarın nükleer silah üretmeleri ve kullanmaları da pek âlâ beklenebilir.

Sabahın erken saatlerinde Türkiye ve Avrupa medyasını bilgisayar ekranında hızla tararken birbirinden önemli birçok haberin arasında dakikalarca Lübnan’daki korkunç patlamayla ilgili olanlarına kilitlendim. Türkçe gazetelerden birinin olayı "Hiroşima gibi!" başlığıyla yansıtması beni ABD emperyalizminin en büyük kitlesel kıyımlarından biri olan 75 yıl önceki Hiroşima faciasına götürdü.

1945 yazı, güneşin ortalığı kasıp kavurduğu Ağustos günlerinden biriydi. Kayseri’nin onyıllarca önce Ermeni’sizleştirilmiş Ermeni köyü Muncusun’da okulumuz tatilde olduğu için tüm günümüz harmanda geçiyordu.

Traktör, pulluk, biçer döver henüz Türkiye tarımına yabancı olduğundan, tüm üretim kol gücüne, el emeğine dayanıyordu. Sonbaharda dönümlerce toprağı bir çift öküzün ardında karasabanla sürüp tohumu elle savurarak eken köyün erkekleri, yaz sıcağında sararan buğdayları tırpan ya da oraklarla biçiyor, sonra harman için bir düzlükte tepeleme yığıyordu. Bir aşamada öküzlerin üvendireyle dürtülerek düvenin döndürülmesi biz çocuklara bırakılıyordu.

Üretimin en keyifli aşaması biz çocuklar için işte bu harman zamanıydı… Yoruldukça bir ceviz ağacının altına üşüşüp söyleşiyor, beştaş ya da aşık oynuyor, bir de dilli düdük yontuyorduk. Gecelerimiz, yataklar damlara serildiği için, gökyüzündeki yıldızları, kuyruklu yıldız dediğimiz meteorların hareketlerini seyrederek geç vakitlere kadar daha bir keyifli sürüp gidiyordu.

Harmana gitmediğimiz bir gün, ailesi aynı sınıftaki bir diğer arkadaşımın ailesiyle kan davalı olan, ilerideki yıllarda onun kurşunlarıyla can vermesi de muhtemel yakın arkadaşım İzzet nefes nefese koşarak geldi, "Koşun lan, koşun," dedi. "Amerika bir bomba patlatmış tüm Japonya’yı yerle bir etmiş…"

Hep birlikte köy kahvesinin oraya seyirttik. Herkes heyecan içindeydi… Evet, Almanya yenilip Müttefik ordularına teslim olmuştu, ama Uzakdoğu’da, Pasifik’te savaş henüz sonuçlanmamıştı. Muncusun’a yeni tayin edilmiş Köy Enstitüsü mezunu öğretmen olayı yorumlamaya çalışıyordu.

"Little Boy" adı verilen ilk atom bombasının Hiroşima’da patlatılmasından kısa bir süre sonra, 9 Ağustos’ta da "Fat Man" adı verilen ikinci atom bombası Nagasaki’yi vuracaktı. İki katliamda büyük kısmı anında olmak üzere 250 bine yakın Japon yaşamını yitirecek, yüzbinler sakat kalacaktı.

Oysa, sonraki yıllarda açıklanan tanıklıklar, gizli belgeler, savaş analizleri ortaya koyacaktı ki, Avrupa kıtasında Nazi Almanyası’nı dize getirmiş olan Müttefikler’in Pasifik’te zaten giderek zayıf düşen ve teslim bayrağını çekmeye hazırlanan Japonya’ya karşı böylesi bir soykırım yapmasını haklı kılacak hiçbir neden yoktu.

1945 Şubat’ındaki Yalta Konferansı’nda dönemin ABD Cumhurbaşkanı Franklin Roosevelt ile Sovyet lideri Jozef Stalin Avrupa’da Almanya’ya karşı olduğu gibi Pasifik’te de Japonya’ya karşı güçbirliği yapma konusunda anlaşmışlardı. Bu anlaşmaya göre o zamana kadar Pasifik’te savaşa hiç karışmamış olan Sovyet Ordusu ABD’nin Japonya’ya karşı silahlı mücadelesine destek verecek, buna karşılık ABD de savaş sonunda Kuril ve Sahalin adalarıyla Mançurya’nın büyük bir bölümünün Sovyetler Birliği’ne katılmasına ses çıkartmayacaktı.

Ancak 12 Nisan 1945’de Roosevelt’in ölümü ve yerine Harry S. Truman gibi azılı bir anti-komünistin cumhurbaşkanı olmasından sonra dengeler hızla değişmişti.

Kızıl Ordu’nun Berlin’e girmesinin ardından 8 Mayıs 1945’te Almanya’nın yenilgiyi kabullenerek Müttefikler’e teslim olmasıyla Sovyetler Birliği’nin dünya kamuoyunda artan prestijinden rahatsız olan Truman, Pasifik’te de Kızıl Ordu’nun devreye girerek Japon emperyalizmine son darbenin vurulmasına katkıda bulunmasının bu prestiji daha da arttıracağından endişeliydi.

Bu arada, ABD’nin Okinawa çıkartmasından sonra artık savaşı kazanma şansının tamamen ortadan kalktığını gören Japon İmparatoru Hirohito 24 Haziran’da topladığı Savaş Konseyi’nde durumu değerlendirdikten sonra, o zamana kadar Pasifik Savaşı’na hiç katılmamış bulunan Sovyetler Birliği’nin bir barış anlaşması için aracılık yapmasını talep etmek üzere Prens Konoye’yi Moskova’ya göndermişti.

17 Temmuz 1945’de toplanan Potsdam Konferansı’nda Stalin Japonya’nın bu talebini Truman’a ve İngiltere Başbakanı Winston Churchill’e iletmişti. Churchill’in de desteğini alan Truman bu talebi kabul etmediği gibi 26 Temmuz’da Tokyo’ya bir ültimatom göndererek Japonya’nın hiçbir ön görüşme olmaksızın kayıtsız şartsız teslimini dayatmış, bunun üzerine o zamana dek uzlaşmalı bir teslimiyetten yana olan Japonya Başbakanı Amiral Kantaro da bu dayatmayı reddetmişti.

Artık hem Japonya’nın işini bir an önce bitirmek, hem de Sovyetler Birliği’ne Avrupa’dan sonra Pasifik savaşının da galiplerinden biri olmak şansı tanımamak için Truman hiç gerek olmadığı halde savaşlar tarihinin en tahripkâr silahına başvuracaktı.

Zaten Robert Oppenheimer, Enrico Fermi ve Ernest Lawrence gibi ünlü nükleer fizikçilerin yönetiminde tam 2 Milyar Dolar harcanarak 120 bin kişilik bir kadroyla üç yıldır yürütülen çalışmalar sonuç vermiş ve 16 Temmuz 1945’te, Los Alamos’taki denemede ilk atom bombası başarıyla patlatılmıştı.

Bunu 6 Ağustos’ta Hiroşima’nın, 9 Ağustos’ta da Nagasaki’nin nükleer cehennem ateşinde yok edilmesi izleyecekti.

Bu katliamın suç ortağı Churchill, sonradan yayımlanan Savaş Anıları’nda, Potsdam Konferansı’nda "Ruslara artık ihtiyacımız yok" dediğini iftiharla yazacaktı. Ancak savaşı bitirmek için atom bombasına gereksinim olmadığını da aynı anılarda şöyle ifade edecekti: "Japonya’nın sonunu atom bombasının getirdiği de sanılmasın. Japonya’nın yenilgisi atom bombası patlatılmadan çok önce, denizlerde ezici bir üstünlük gerçekleştirilmiş olmasının sonucudur."

Sadece Churchill de değil… Hiroşima ve Nagasaki bombardımanlarına kumanda eden Amerikan generali Curtis LeMay de, 1985’te yaptığı açıklamalarda atom bombasının kullanılmasına hiç gerek olmadığını şöyle ifade edecekti: "Atom bombalarını sırf Truman öyle emir verdiği için kullandık. Yoksa büyük kentleri klasik bombalarla birkaç gün daha vurmaya devam etsek, savaşı zaten kazanmış olacaktık."

40’lı yıllarda bırakın bizim gibi çoluk çocuğu, aklı başında, iyi eğitimli yetişkinler bile, Hiroşima ve Nagasaki insanlarının atom bombasıyla yok edilmesinin ardındaki kirli hesapları tabii ki bilmiyordu.

İki kentin bombalanmasını izleyen haftalarda köyümüze ulaşan Karagöz ve Köroğlu gibi gazetelerin birinci sayfalarındaki büyük karikatürlerde silindir şapkalı, keçi sakallı Sam Amca "esas oğlan" olarak ön plana çıkacak, dünyaya nizam veren süper güç olarak gösterilecekti. Ve de aynı karikatürlerde Sovyetler Birliği giderek ya gözü dönmüş bir Bolşevik askeri ya da vahşi bir ayı görüntüsüyle "kötü adam" olarak yer alacaktı.

Sonrası malum… Washington’da ölen Türkiye Büyükelçisi Münir Ertegün’ü getiren Missouri Zırhlısı’nın 5 Nisan 1946’da İstanbul Boğazı’na demir atmasıyla başlayan süreç: 12 Mart 1947’de "Sovyet tehdidi"ne karşı Yunanistan’la birlikte Türkiye’yi de ABD himayesine alan Truman Doktrini’nin açıklanması, 4 Temmuz 1948’de Türkiye’nin Marshall Planı’na dahil edilmesi, 25 Haziran 1950’de Güney Kore’ye 4500 kişilik tugay göndermesi karşılığında Türkiye’nin 18 Şubat 1952’de NATO üyesi yapılması…

 

Hiroşima’dan NATO üyeliğine kadar uzanan tam yedi yıllık bu teslimiyet sürecinde ABD’nin gönlünü hoş etmek için neler yapılmadı ki?

 

Demokrasi ve barış savunucusu Tan Gazetesi’nin İstanbul’da, Zincirli Hürriyet gazetesinin İzmir’de CHP iktidarı tarafından gözü dönmüş milliyetçi sürülerine yağmalattırılması, sözüm ona çok partili rejime geçilince kurulan sosyalist partilerin ve solcu sendikaların sıkıyönetim fermanlarıyla derhal kapattırılması, 1950’de "Yeter Artık!" diyerek demokrasi vaatleriyle iktidar olan DP’nin de, ilk marifetlerinden biri olarak, ülkenin seçkin aydınlarına ve işçi liderlerine karşı 1951 komünist tevkifatını başlatması, ülkenin dört bir yanının ABD üs ve tesisleriyle donatılması…

 

Hiroşima’nın 75. yıldönümünde tüm bunlar gözlerimin önünden geçerken, bilgisayar ekranında taradığım gazetelerde aynı gün yayımlanan iki haber daha...

 

İlki, geçen hafta "Tayyip’in üç kıtada askeri fütuhatı" başlıklı yazımda verdiğim ve "Şimdi de Azerbaycan’a kuvvet sokarak Ermenistan’a da girmenin hazırlığı mı yapılıyor?" sorusunu sorduğum ayrıntılı habere ek bir bilgi… Türk askeri birliklerinin Afganistan, Arnavutluk, Azerbaycan, Bosna-Hersek, Irak, Katar, Kosova, Kuzey Kıbrıs, Libya, Lübnan, Mali, Orta Afrika Cumhuriyeti, Suriye, Somali ve Sudan’da üslenmiş olması yetmezmiş gibi, Isparta’da da 57 ülkenin askerlerine komando eğitimi veriliyor. Haberi veren gazete başlıkta "Türkiye, ABD’den sonra yurt dışında en aktif ikinci orduya sahip…" diye şişiniyor.

 

İkinci haber ise "dünyanın yurt dışındaki en aktif ikinci ordusu"nun bulunduğu Türkiye’de bir yabancı ordunun NATO kisveli hegemonyasıyla ilgili… "Dünyanın yurt dışındaki en aktif birinci ordusu" olan ABD ordusu generallerinin İzmir’deki büyük show’u…

 

Aynen alıyorum:

 

"Türkiye, 68 yıldır üyesi olduğu NATO’nun tüm misyonlarında aktif rol üstleniyor ve önemli karargâhlarına ev sahipliği yapmaya devam ediyor. İzmir’de bulunan NATO’nun en büyük Kara Komutanlığı (LANDCOM) Karargâhı’nda dün devir teslim töreni yaşandı. Korgeneral Roger L. Cloutier, NATO Müttefik Kara Komutanlığı görevini, Korgeneral John T. Thomson’dan törenle devraldı. Devir teslim törenine, Avrupa Müttefik Kuvvetler Yüksek Komutanı (SACEUR) Orgeneral Tod D. Wolters, Ege Ordu Komutanı Korgeneral Ali Sivri ile çok sayıda Türk ve yabancı asker katıldı.

SACEUR Komutanı Orgeneral Tod D. Wolters, yaptığı konuşmada, kendilerini misafir eden Türkiye’ye teşekkürlerini ileterek Türk ordusuyla görev yapmanın büyük onur olduğunu söyledi.

NATO Kara Komutanlığı (LANDCOM) Karargâhı’na İzmir’de ev sahipliği yapan Türkiye, NATO misyon ve harekâtlarına sürdürülebilir mahiyette ve kapsamlı destek sağlayan ilk 5 müttefik arasında yer alıyor. 90 Milyon Avro ile NATO bütçelerine en fazla katkı sağlayan ilk 8 müttefik arasında bulunuyor. NATO kapsamında Türkiye’nin Afganistan’da yaklaşık 570 personeli görev yapıyor. Türkiye’nin, NATO’nun Irak misyonunda da önemli rolü bulunuyor. Türkiye, NATO’nun Akdeniz’deki Deniz Muhafızı Harekâtı’na daimi surette katkı sunuyor. NATO Balistik Füze Savunması kapsamındaki radar üssü Kürecik/Malatya’da konuşlu bulunuyor. NATO’ya bağlı AWACS uçakları Konya Hava Üssü’nü kullanabilirken, Türkiye, İttifak’ın Doğu Avrupa ülkelerine yönelik güvence tedbirleri kapsamında AWACS uçaklarına havada yakıt ikmali desteği de veriyor."

Tayyipland burası… Sabah ABD’ye küfredilir, akşamı ABD’yle yatılır... Gün olur NATO’ya kafa tutulur, operasyonları bloke edilir, gün gelir, yukarıdaki haberde olduğu gibi NATO’ya en büyük desteği veren ülke olmakla şişinilir!

Ya nükleer silahlar konusunda?

 

Erdoğan, BM Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi Anlaşması'nı (NPT) 28 Ocak 1969'ta imzalamış ve 17 Nisan 1980 tarihinde ise onaylamış olan bir ülkenin cumhurbaşkanı.

 

2009'da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu dönüşünde bu anlaşmaya bağlılığını yüksek sesle teyit etmişti: "Biz Ortadoğu'da nükleer silaha tamamen karşıyız."

 

Ne ki, aynı Erdoğan 5 Eylül 2019’da, Sivas Kongresi'nin 100. yıldönümü için gittiği Sivas'ta düzenlenen Orta Anadolu Ekonomi Forumu toplantısında "Birilerinin elinde nükleer başlıklı füze var ama benim elimde nükleer başlıklı füze olmasın. Ben bunu kabul etmiyorum. Biz şu anda çalışmamızı yürütüyoruz" diyerek bu anlaşmayı hiçe sayabileceğini açık seçik ilan etmedi mi?

 

Hiroşima katliamının 75. yıldönümünde uyarmakta yarar var…

 

Bugün 15 yabancı ülkede asker bulundurup 57 ülkenin askerine Türkiye’de komando eğitimi vermekle övünenlerden yarın nükleer silah üretmeleri, hatta aklına esince "düşman" sayılan bir ülkeye karşı kullanmaları da pek âlâ beklenebilir.

 

Özellikle de "Ayasofya’ya kimse asla dokunamaz, cami yapamaz" diye yıllarca herkesi avutan ana muhalefet CHP’nin bu tarihsel anıtın tüm dünyaya meydan okurcasına tesettüre sokularak kılıçlı hutbelerle İslamcı faşizmin kalesi haline getirilmesi karşısında nasıl suspus kesilmiş olduğunu gördükten sonra…

 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Doğan Özgüden Arşivi