Hukuk düşmanlığı yaparak kimseyi hiçbirşeye 'ikna' edemezsiniz

İngiltere Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi'nin raporu öyle kapsamlı ki, sadece Gülen'in rolü tartışmasıyla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda 15 Temmuz öncelerinden başlayarak Türkiye'yi adeta tarumar eden ihlalleri, baskıları, görev suiistimallerini ayrıntılarla, tanıklıklarla anlatıyor.

Yavuz BAYDAR

Mustafa Karaalioğlu, Karar gazetesinde ‘Bu terazi bu sıkleti çekemez' başlıklı yazısında, ‘tepeden güdümlü toplu cinnet mağduru' Türkiye'de aklı başında kalmış herkesin sorduğu ve sorması gereken soruyu soruyordu:

"Bir şey söyleyeceksek önce, 15 Temmuz gibi seyri ve perde arkası apaçık, aleni bir darbe teşebbüsü vak’asında, en yakın müttefikleri dahi neden ikna edemediğimizi sormalıyız.  Alman istihbarat başkanı ‘FETÖ için ikna olmadık' diyor. Feveranımız bitmeden ABD istihbaratının da aynı kanaatte olduğunu öğreniyoruz. Onlar da 15 Temmuz’un arkasında FETÖ’nün olduğuna inanmıyormuş. Onlar mı inanmıyor, biz mi ikna edici değiliz? Yoksa daha kötüsü, ikna edici bile olsak umurlarında değil mi?'

Sözünü ettiği konu, dertli Türkiye'nin başına daha da beter çorap ören darbe girişimi, daha da önemlisi, bu girişimle ilgili olarak başlamış bulunan yargılama süreci.

Karaalioğlu, ‘seyri ve perde arkası açık, aleni' gibi tamlamarla darbeden yargılanan bilumum sanıkları, aynen Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde basında başkalarının yaptığı gibi ta baştan, peşinen topyekun mahkum ediyor, yani aynı zihinsel çarpıklığı devam ettiriyor, ama asıl konumuz bu değil.

Aradan dokuz ay geçti, Saray ve AKP hemen tümü elinde olan medyayı, mali imkanlarını, Gülen Hareketi'ne karşı gönüllü ve yeminli destekçilerini tam manasıyla seferber etti, muazzam bir yargısız infaz kampanyası yürütüldü, ama anlıyoruz ki Türkiye'nin müttefikleri, darbede Gülen yanlısı veya Gülenist unsurların da yer aldığını kabul etmekle birlikte, darbe mimarisi, kurgusu ve başrol oyunculuğunun – bir anlamda orkestra şefliğinin – Gülen'de olduğuna ikna olmuş değil.

Tarih bize anlatıyor ki, darbe gibi olağanüstü ve devasa bir hamle ilgili failler genellikle, kısa sürede ortaya çıkar. Her ne kadar bizler 1971'deki ‘yarı-darbe'nin arka planında gerçekte ne olduğunu 9 Martçılar – 12 Martçılar temel ayrımı ve entrikaları üzerinden okumak için bir süre geçmesini beklemek zorunda kaldık, ama kural genelde böyle.

Şimdi aradan dokuz ay geçti, ve hala 15 Temmuz arka planı muamma. Öyle muamma ki, peşpeşe açılan darbe davalarındaki sanık ifadeleri ve tanıklıklar hadiseye ışık tutmak yerine soru işaretlerini daha da kalınlaştırıyor, şüpheleri derinleştiriyorlar.

Ta baştan beri ‘birşeyler yerli yerine oturmuyor idi, ve şu ana kadar bilmece hala aynı bulanıklıkta.

Düşünün ki muhalefetin bastırmasıyla kurulan TBMM Araştırma Komisyonu da 15 Temmuz'un en üst düzey kilit tanıklarından dördünü – Cumhurbaşkanı, Başbakan, Genelkurmay Başkanı ve MİT Müsteşarı – sorgulamayı başaramadan, Cumhurbaşkanı'nın ‘bana göre bu Komisyon işlevini tamamlamıştır' sözlerinin hemen ardından apar topar dağılıverdi.

Sanki bu somut başarısızlık yaşanmamış gibi, sanki şu ana kadar gelen ifadeler, tanıklıklar muazzam çelişkiler yansıtmamış gibi, şimdi bir kesim, ‘Batı bize neden ikna olmuyor?' diye, ilkel reflekslerle ‘fail belli' konusunda aynı ısrarı sürdürüyor.

Açıklama veya rapor yayınlayan her Batılı kurum veya kuruluş veya yetkili konumdaki kişilere karşı öne sürülen tek – sözde- argüman, ‘FETÖ'nün hizmetinde olmak', ‘FETÖ tarafından kullanılmak' gibi ifadelerde kendisini belli ediyor.

Tabii bu tür bir ‘söylenme' türü, iftiraya ucu açık suçlama içeren karşı çıkışlar, karşı tarafta ‘bizi ikna edin' diyenlerdeki güvensizliği daha da büyütmekten başka bir işe yaramıyor.

Hemen her konuda olduğu gibi bunda da ‘Batı bizi anlamıyor'un bir argüman olmadığı, olamayacağı kesin.

Birilerini bir şeye, hele ortada hukuksal bir sorun varsa, ikna etmek için somut, açık, şüpheye mahal bırakmayacak deliller sunmak zorundasınız.

Bir ‘ikna edememe sorunu' olduğu daha sonbahar aylarında ortaya çıkmıştı.

Türkiye'de Erdoğan daha iddianameler bile hazırlanmamışken, gözaltı dalgaları devam ederken, Fethullah Gülen'i darbenin bir numarası ilan ettiği sıralarda, ABD'de ‘iade' konusunda ısrarlı sorular karşısında ülkenin en üst düzey güvenlik kurumu olan Ulusal İstihbarat Ajansı'nın (NSA) direktörü James Clapper, Washington Post'a Türkiye'den gönderilen 85 kutu dosyanın içinde, Gülen'in darbenin ‘orkestra şefi' olduğuna dair inandırıcı kanıt olmadığını söylemiş, Obama'nın  Dışişleri Bakanı John Kerry Ankara'ya defalarca ‘bize somut kanıt gönderin' diye çağrıda bulunmuştu.

Aradan zaman geçti ve Almanya'nın istihbarat kurumu BND'nin başkanı Bruno Kahl, ‘inandırıcı hiçbir somut kanıt yok' dedi.

Hemen ardından ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komisyonu Başkanı Devin Nunes de aynı şeyleri söyledi.

Bunlar sözlerdi, yani beyanatlar.

Ama şimdi bir de rapor eklenmiş durumda.

İngiltere Parlamentosu Dış İlişkiler Komitesi'nin raporu öyle kapsamlı ki, sadece Gülen'in rolü tartışmasıyla sınırlı kalmıyor, aynı zamanda 15 Temmuz öncelerinden başlayarak Türkiye'yi adeta tarumar eden ihlalleri, baskıları, görev suiistimallerini ayrıntılarla, tanıklıklarla anlatıyor.

Ve bu açıdan da kendisinden hemen önce yayınlanan Venedik Komisyonu raporu, BM Kürtlere Karşı İnsan Hakları İhlalleri Raporu ve İnsan Hakları İzleme Komitesi'nin (HRW) Kürt Raporu ile aynı güncel rafta, ‘acil' koduyla yerini alıyor.

Yine de bu raporun dokuz aya yakın süredir Türkiye ve dünya kamuoyunu meşgul eden ‘darbeyi kim planladı, düğmeye kim bastı?' sorusunun cevabını bulmaya odaklandığını söyleyebiliriz.

İngiltere Parlamentosu'nun tüm partilerden milletvekilleirini barındıran Dışişleri Komisyonu, gerçeğe yakınlaşmak için sözlü tanıklıklara da başvurmuş (aralarında HDP'den Ertuğrul Kürkçü de var) hem de 30'dan fazla kişiden yazılı değerlendirme almış. Bu açıdan raporun, darbe girişimi ile ilgili kapsamlı bir röntgen resmi olduğunu da saptamak mümkün.

Sayfalar dolusu raporda çok ayrıntı var, ama sonuç bölümündeki şu satırlar işin özünü oluşturuyor:

'15 Temmuz'daki gelişmelerin şiddeti, Gülenistlere karşı suçlamaların büyüklüğü ve Gülenist olduğu öne sürülenlere karşı girişilen tasfiyenin büyüklüğü dikkate alındığında, Gülenistlerin bir örgüt olarak darbe girişiminden sorumlu olduklarına dair somut  ve kamuya açık kanıtlar yoktur. Bazı Gülenistlerin bireysel olarak girişimde yer aldıklarına dair mevcut kanıtlar da ya parçalı, ‘ikinci dereceden' ya da dolaylıdır; bunlar bazı itiraflara veya muhbirlere dayanmakta ve örgütsel yapıya veya onun liderliğine dair açık sonuçlar çıkartıcı, yargıya varmaya yol açıcı mahiyette değillerdir.'

Yani, ‘ikna olmadık kardeşim' diyor bu rapor.

Komite raporunun bana göre en çarpıcı cümlesi şu:

"Türkiye’de alternatif anlatılar konusunda temel bir hoşgörüsüzlük var. Hükümet, hassas konulara dair kendisinin izin verdiği söylemle çelişen kişileri bastırıyor, itibarsızlaştırıyor veya cezalandırıyor." 

Tipik İngiliz dil inceliğiyle yazılmış bu cümle, sadece doğru olmakla kalmıyor, bize aynı zamanda tersten de bir şey söylüyor:

İster Saray ve AKP yanlısı olsun, ister onun Gülen Hareketi'ni bütün olarak hedef alan zımni destekçisi, her kim ‘resmi anlatıma' rağbet ediyor ve içerde dışarda ve özellikle Batı'ya karşı ‘darbeyi Gülen yaptı, nokta' söylemine sadık kalıyorsa, onun önü açık.

Bu kişilerin zamanında Ergenekon ve Balyoz'dan mağduriyetleri nedeniyle bir nevi intikam saikiyle hareket ediyor olmaları, bunu yaparken de özde aynı hukukdışı uygulamaları bu kez meşru göstermeye çalışmaları da pek tepki toplamıyor, dikkat çekmiyor, ahlaki açıdan da sorgulanmıyor.

Türkiye böyle bir ülke.

Darbe kurgusunu ve faillerini sorgulayanlara karşı hoşgörüsüzlük açık. Bunun caydırıcılığı da cabası. Komisyonun bu raporuna – aynen BM ve HRW raporları gibi – sözde ‘ana akım' medyada hiç yer verilmemesi şaşırtıcı değil.

Aradan dokuz ay geçmesine rağmen, 15 Temmuz'da ne oldu? konusunda rasyonel gazetecilik yapmaya çalışanların sayısı da bir elin parmaklarını geçmiyor.  Bunların arasında yer alan Ahmet Şık'ın da darbe konulu yazı dizisi ardından hapse atılması da gayet anlamlı.

Kimse ‘TBMM Komisyonu neden işi yarım bıraktı?' diye sorgulamıyor, üzerine gitmiyor.

Tek tük istisnalar dışında kimse, açılan davalarda duruşma ifadelerini, iddianameleri önyargısız gözlee incelemiyor.

Bu iddianameleri tarafsız sayılacak, hukuk uzmanı kişilere verip eleştirel analizlerini yaptırıp yayınlayacak cesarette editör kalmadı.

Oysa bu editörler, Ergenekon ve Balyoz süreçlerinde – haklı olarak – pek cevval ve ataktılar.

Şimdi göz göre göre hukuksuzlular devam ederken, besbelli ki ‘inrtikam' veya ‘onlar bizden değil' veya ‘ettiler, bulsunlar' gibi hukukla adaletle alakası olmayan saikler üzerinden bir sessizlik hüküm sürüyor.

Gelgelelim, sorgulama ve şüphe ifade eden herkes de hemen karşısında garip karmaşıklıkta bir direniş buluyor. Çünkü bu tavır, suçlunun tespit edilmişliğine dair kullanışlı-faydacı rahatlığı bozuyor.

O zaman yapılan şey de, söyleneni değil söyleyeni hedef tahtasına oturtmak gibi, Stalinist bir yönteme başvurmak oluyor.

Mesela bunlardan biri komisyon raporunu ‘Gülencileri aklama amaçlı' diye geçersiz ilan etmeye kalkarken şunu söylüyor:

‘(Rapor) tanığı Bill Park İngiltere'de Gülenist örgütün danışmanıdır. Bu komisyon TBMM komisyonu kadar güven vericidir.'

Sonra ekliyor:

‘Erdoğan'ın hukuk düzenine saygısızlığı Türkiye'nin en kötü suç örgütlerinden biri olan Gülenistlere yeniden meşruiyet sağlıyor.'

Bu kadar.

Söz konusu kişi, darbede Gülen'in başrolde olduğuna dair elinde veya başkasında bulunan somut kanıtları sunma noktasında, şaşırtıcı olmayan şekilde, duruyor. Suçlu konusunda şüphesi yok, rapor maksatlı, ama kendisinde de aksi yönde bilgi yok.

(Onu karşınıza alıp, ‘bu mantıkla, Erdoğan'ın hukuk düzenine saygısızlığının Türkiye'nin en karanlık suç örgütlerinden biri olan Ergenekon'a yeniden meşruiyet sağladığı gibi, diyebiliriz, değil mi?' deseniz, ne cevap vereceğini bilemezdi herhalde, ama o da ayrı konu.)

Kaldı ki, bu rapora imza atan milletvekilleri, Türkiye'yi yıllardır izleyen, bir kısmı Kürt meselesini ezbere bilen, Gülen konusunda da gayet eleştirel tavır takınmış siyasi şahsiyetler. 35 tanıklık bir yana, tek bir cımbızlı tanığa kandıklarını iddia etmek, onların zekasına hakaret. Ciddiye de almazlar zaten.

Bir diğeri, şunu yazıyor:

‘Erdoğan’ın Batı’ya bir nevi savaş açması, herhalde en çok Fethullah Gülen’in işine yarıyor. Türkiye demokrasiden ne kadar uzaklaşıyorsa, Gülen ve cemaatinin ömrü de o kadar uzuyor.'

Bu kişi belli ki Türkiye'nin demokrasiden ta Gezi protestoları öncesinden başlayarak uzaklaştığından haberdar olmadığımızı sanıyor, umuyor.

Batı'ya açılan savaşın, belki de bu arka planı aydınlatılmaya muhtaç darbenin sebeplerinden biri olabileceğine dair şüphe duymamızı hiç istemiyor.

Ergenekon ve Balyoz davaları başlarken yazdığı birkaç yazıda, ‘herşeyin, yargının tarafsız ve işinin ehli, profesyonel davranıp davranmayacağına bağlı olduğunu' yazmış durmuştum. Çünkü biliyordum ki, Türk yargısı adalet tevdiatında ya isteksiz, ya kullanıma açık ya da ‘dosyaları çürütücü' performansıyla dünyada nam salmıştır.

Belli ki, Türkiye'nin demokrasiden uzaklaşmasını yeni dert etmiş ‘yargısız infazcı'ların her zaman politize olmuş, iktidara bağımlı kalmış yargının, Ergenekon'da ne kadar yalapşap iş yaparak bin türlü mağduriyet yaratması ne kadar ‘sorun' oldu ise, şimdi aynı temel yaklaşımın devam etmesi hiç sorun değil.

Ama soru ne olursa olsun değişmiyor:

Türkiye, Batı'yı darbe girişiminin Gülen'in eseri olduğuna neden ikna edemiyor?

Cevabı, bana sorarsanız, komisyon raporunda görüşlerine başvurulan ve Ergenekon dosyalarına en keskin eleştirileri getirerek, iddianame ve usul hakkında en belirliyici tespitler yapmış, Gülen'e açık mesafesiyle tanınan Gareth Jenkins'ten geliyor.

Rapora alınan 26 Ocak 2017 tarihli bir alıntıda şöyle diyor Jenkins:

‘Ne kadar ilginçtir ki, aylarca süren yoğun sorgulamalara rağmen darbenin nasıl planlandığına ve koordine edildiğine dair hiçbir ikna edici kanıt şu ana kadar açıklanmamıştır. Ve hiçbir şüphe yok ki, böyle kanıtlar olsaydı, Türk makamları bunların kamusal alanda paylaşılmasını mutlaka sağlarlardı.'

Şimdiye kadar kanıt bulunamamış ise neyle ikna edeceksiniz?

Ama anlayın.

Türkiye'de mesele hiçbir zaman üzüm yemek (demokrasi çatısı altında huzur içinde bir arada yaşamak) olmadı ki. Mesele hep bağcı dövmek, bağı sapı samanı darmadağın etmek oldu. Aynı acıklı komedi devam ediyor sadece.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Yavuz Baydar Arşivi