Fadıl Öztürk
İnsan bir kalıptan dökülmez hayata
Boyu posu, doğum zamanı ve dünyada işgal ettiği yer aynı olsa bile, insan bir kalıptan dökülmez dünyaya. İnsanı insan yapan da birbirinden farklılığıdır. Çocuklara göre sevinç ve şeker getiren, gezginlere göre yol arkadaşı, genç kızlara göre yakışıklı ya da çirkin, yaşlılara göre boş beleş, anne baba ve aile bireyleri için hayırsız evlat olarak görülseler de, bizimle aynı dünyada ömürlerini doldururlar. Kahraman, kurtarıcı olamasalar da hayal satmış, karşılığında hayatını sürdürmüş insanlardırlar. Halk arasındaki adı Yaqoyê Yaqan olarak bilinen, cumhuriyet nüfus kaydına göre Yakup Şengezer bu farklı ömrünü yele veren insanlardan biridir.
Yakup Şengezer haritamızda Perisuyu kenarındaki Kuşaklı (Mankreng) Köyü’nde doğmuş ve epeyce uzun yaşamış uzun bir adamdır. Yaz ayları boyunca evi sayıp altında yaşadığı ağaca sorsak, ya da tek gözlü ve tek pencereli kerpiç evinden sorsak onu, geçip gittiği yollardan, kaldığı şehirlerden, işledi dedikleri suçlardan sorsak onu ne bir gram fazla, ne bir gram eksik anlatırlar bize...
Ama dönüp Yakup’u insana sorsak: Kimine göre dünya divanesi, kimine göre tarlasını ekmeyen, bağına bakmayan, boş beleş yaşayan, ip ve tuz falına baktığı insanlara göre de dedikleri çıkan, İstanbul’u işgal eden İngiliz askerlerine göre Beyoğlu’nda çıkan kavgada onların on askerini bıçaklayan aradıkları eşkâldir. Velhasıl, yine insandır, insanı tasnif eden. Doğa bizim dirimizi de, ölümüzü de olduğu gibi kabul eder.
Yakup Şengezer, Mustafa’dan olma, Emine’den doğma Zeloş, Ayşê, Koçêr, Hacer ve Besê kardeşlerin en büyüğü, abileridir. Dersim’in Mazgirt ilçesi, Darıkent (Muhundu) nahiyesine bağlı, Kuşaklı Köy nüfusuna kayıtlıdır.
Babası Mustafa yüzyılın başında Amerika’ya çalışmaya gider. Söylentiye göre, karşıdan gelen trenin önünden geçip geçemeyeceği iddialaşması üzerine, geçmeye çalışırken tren çarpar ve ölür. Bu nedenle babasının ölümünden Yakup’un payına 200 altın gibi yüklü bir tazminat ödendiği söylentisi yayılsa da, kimse görmez o altınları.
Kimileri, Yakup’un altınları alınca çekip Trabzon üzerinden İstanbul’a gittiğini, kimileri de daha babası ölmeden 200 altın gibi bir variyet sahibi olmadan önce İstanbul’a gittiğini, Beyoğlu’nda yaşadığını, bir kavgada 10 İngiliz askerini bıçaklayarak telef ettiğini ve o nedenle İstanbul’dan doğduğu yere kaçtığını söyler.
İngilizlerin elinde Yakup’un eşkâli vardır: Adı İngilizler tarafından bilinmeyen Yakup, uzun boylu, yapılı ve cesur biridir. Bıyıkları makas değmemiş kadar uzun, fötr şapka takar, takım elbise giyer. Kürtçenin dışında, Türkçe, biraz Rumca, biraz da Ermenice bilir. İngilizlere yakalanmamak için bir yolunu bulur arkadaşlarının da yardımıyla trenle İstanbul’dan ayrılıp Elazığ’a kadar gelir. Elazığ’da asker kaçağı olduğu için yakalanır ve trenle askeri birliğine sevk edilir. Yakup, Palu yakınlarında bir arkadaşıyla firar eder trenden. İki günlük kovalamaca sonucu askerden saklandıkları buğday yığınının etrafı sarılır. Yığın defalarca süngülenir. Yakup bu süngülenmeden omzundan yaralanmasına rağmen gıkını çıkarmaz ve kurtulur. O artık bir asker kaçağıdır da.
Yakup, aile içinde anne ve kız kardeşlerine karşı da zulümkardır. Bir keresinde bütün kız kardeşlerini Perisuyu’nun kenarına götürüp onları suya atarak boğmak istediği de söylenmektedir. Yakup İstanbul’dayken kimilerine göre Palu beyleri Kuşaklı Köyü’ne saldırıp, köyü ateşe vererek evleri talan etmişler. Kimilerine göre de, Rus kuvvetleri Kığı’ya kadar indikleri için, köylüler canlarını kurtarmak için Malatya’ya doğru göç etmişlerdir
Yakup’un kardeşleri 4 ve 13 yaşları arasındadır. Bir gün abla Koçer, annesi hasta ve yatalak olduğu için kardeşinin karnını doyurur ve tarlaya gider. Tarla dönüşü, kardeşi Eyşê’nin, ölmüş olan annelerinin memesini emdiğini görür. Mevsim ilkbahardır ve komşularının yardımıyla annelerini toprağa verirler.
Anneleri o baharda ölünce, bütün kardeşlerin bakımı 13 yaşındaki Koçer ablalarına kalır. Göç zamanı abla Koçer kardeşlerini alarak köylüleriyle beraber Malatya Doğanşehir’e doğru yola çıkarlar. Yaşlarının küçük olması, açlık ve yoksulluğun diz boyu olmasına rağmen Doğanşehir’e kadar giderler.
Gittikleri yerde barınma ve beslenme imkânı bulamadıkları için, bir müddet sonra geriye doğru göç ederler. Abla Koçer, dönüş yolunda Eyşê yolda bakımsızlıktan ölmesin diye oranın beylerinden birine yalvar yakar kardeşi Eyşê’yi besleme olarak verir ve öylece köylüleriyle beraber yoluna devam eder.
Bütün bu göç boyunca Yakup ortalıkta yoktur. Koçer göç yolundan bir kardeş eksik dönmüştür köyüne. Bu yüzden alnının ortasına ‘E’ harfini dövme ile işler. Kendine acı olan kardeş, Yakup’a öfke olur ve bu nedenle sonraki yıllarda Yakup’u affetmez Koçer. Bütün köylüler geri döndüklerinde evlerini tamir eder ve hayatlarına devam ederler.
Aradan geçen zamanda Koçer büyür ve Yako ê Mıstıkê (Yakup Uçar) ile evlenir. Koçer’in kötü günleri bu evlilikle bir nebze de olsa biter. Artık başını sokacak bir evi, güvenebileceği bir kocası, bir ailesi vardır. Bu arada Yakup omzunda süngü yarasıyla köye geri döner. Koçer, Yakup’un kendilerine sahip çıkmayıp İstanbul’a gitmesine, Yakup’ta kız kardeşleri Eyşê’nin yaban ellerde besleme olarak bırakılmasına kızar ve bu nedenle iki kardeşin araları hiç düzelmez. Besleme olarak Doğanşehir’de bırakılan kız kardeş Eyşê büyüyünce, köyler arası dolmuş işleten Ahmet Korkut diye biri ile evlendirilir, Eyşê artık bir aile ve çocuk sahibi olmuştur, kardeşlerinden çok uzakta…
Yakup, köye dönünce virane evlerinde değil de bütün bir yaz boyunca köylerinin üst tarafında bulunan Gijok ağacının altında yatıp kalkar olmuş. Yakup’u bir askerlik bir de Gijok ağacı kabul etmiş, askerlikten kaçan Yakup gelip Gijok ağacının gölgesine sığınmıştır. Bekârken kış ayları kaybolur, yaz ayları ortaya çıkarmış.
Derler ki, Yakup’un babasının ölümüyle kendisine ödenen tazminat bu zamana denk gelmiş. Para Yakup’un eline geçti mi, yoksa bir söylentiden mi ibaret bilinmez. Eğer para gelmiş bile olsa Yakup’un hayatında pek bir değişiklik olmamış. Bir diğer söylentiye göre de, Yakup dama çıkar bir altını köy ortasına fırlatır ‘altın bulanın olsun’ dermiş.
Takım elbiseli, fötr şapkalı olduğu için, 38’de ağa sanılıp Mazgirt’e götürülüp kurşuna dizilmekten, köylülerin son anda ‘bu adam ağa falan değil’ demelerinden dolayı kurtulmuş. Hazır cevap ve genel kültür bilgisi de iyiymiş Yakup’un. Yatılı okullardan tatile gelen öğrencilere olur olmaz sorular sorarak onların bilgisini sınarmış.
Çevresinde bir tanrı tanımaz olarak bilinen Yakup, Karakoçan ve Çarşancak köylerinde tuz ve ip falına da bakıyormuş kendisinin bu yanına inanan bayağıda insan varmış, hayal satıyormuş Yakup. Köye her döndüğünde şapka, takım elbise, gömlek gibi şeyler getirip kendi köylülerine sattığı da olurmuş.
Yazını Gijok ağacı altında, kışını bilinmez yerlerde geçiren Yakup köyünden bir kıza âşık olur. Aile kızlarını vermek istemeyince evi basar ve sevdiği kızı kaçırır. Köydeki tek gözlü evini tamir edip, eşiyle orada yaşamaya başlarlar. Yunus adında bir oğlu ve Hacer adında bir kızları olur bu evlilikten. Oğulları Yunus’u bir yangında kaybederler. Bir zaman sonra da eşini kaybeden Yakup’un köydeki bankası kardeşi Koçer’in gelini olan Fatma’ymış. Hasta olduğu, kendinden umudu kestiği bir anda, Fatma’dan paralarını ister, Fatma’da para torbasını kendisine götürür. Kızı kendisine bakmadığı için, ölürse parasının kızına kalmasın inadıyla torbadaki parasını çıkarıp ateşe atmak ister ve bu yüzden bir miktar parası da yanar Yakup’un.
Yakup’un kızı Hacer büyüyüp evlenince doğan ilk çocuğuna yangında kaybettikleri kardeşi Yunus’un adını verir. Yıllar sonra torun Yunus büyüyünce veraset ilamı çıkararak dedesi Yakup’un banka hesaplarında olan parasını çektiği söylentiler arasındadır. Bunun ne kadarı doğru, ne kadarı yanlış bilinmez.
Derler ki, boyu gibi uzun yaşadı Yakup. 90’larda, köyündeki tek gözlü evin altında kimsesiz bir biçimde öldü ve onu kendi bağlarının içindeki bir ağacın altına gömdüler. İnsan yaşaya yaşaya, kalem yaza yaza bitermiş. Cumhuriyet ona Şengezer soy ismini verse de, Yakup gezebildiği kadar gezmiş ama hayatı bir türlü şen olmamıştır.
...