İtaat kültürü 8: Failin mağdur gibi gösterilmesi ve kutsanması

Annesinden fedakarlık öğrenen çocuk, sevdiği biri için kendisini kurban etmeye hazırdır. Devlet, ırkçılık ve inanç işte bu inanmışlığı kötü bir yöne kanalize eder. “Vatan, millet, devlet ve din için ölürüm”lerin doğumevidir burası.

İtaat kültürünü araştırmış ve bu konuda çeşitli kitaplar yayımlamış olan Arno Gruen, bu kültüre ilişkin olarak empatinin sapkınlaştırılmasından (Pervertierung der Empathie) söz eder. Burada kastedilen, faillerin mağdur gibi gösterilmesidir. Bir keresinde televizyonda bir ırkçı, kardeşini ve kundaktaki çocuğunu katlettiren bir Osmanlı padişahından söz ederken, “Devletin yararı için öz evladını katlettirecek kadar devletine bağlıydı!” diyerek bu katliamları yüce bir ahlaki mertebeye ulaşmak şeklinde lanse ediyordu. Yine mahkumlara “kader kurbanı” denilirken, kurbanlardan kurban olma kimliği bile çalınarak onlara bir de dolaylı bir sözlü şiddet uygulanıyor.

‘Acıma’ sözcüğünün içinde de acı vardır. Fail duygulardan kaçarken hem acıdan hem de acımaktan kaçar. Mağdurun acınacak hali ırkçılarda çoğu kez daha fazla ret ve öfke yaratır. Mevsimlik tarım işçisi Kürtlerin acınacak durumları ve onlara düzenlenen saldırılar buna örnek sayılabilir. (Acınacak durum derken, oteli sırtlarına sardıkları yorgan olmuş bu insanların genel yaşam koşullarının kötü olduğunu anlatmak istiyorum; onların onurlarına ilişkin bir acıma hali değil anlatmak istediğim.) İşte bu hal, ırkçılarda insani dayanışma duyguları yaratmak yerine, tam tersine düşmanca duygular uyandırabiliyor. Sanıyorum Bernard Shaw şunları ırkçılık bağlamında söylemişti: Siyahları sadece ayakkabı boyacısı olmak zorunda bırakıp sonra da siyahların kafasının yalnızca ayakkabı boyacısı olmaya yetecek kadar çalıştığını iddia ediyoruz! Yani yoksullukların/zulümlerin/baskıların ürettiği göçmenliğin suç gibi görülmesi, onlara yapılan saldırılar ve aşağılamalar...

Failin kutsanmasının eğitimde, ebeveyn-çocuk ilişkisinde ve kültürde bir karşılığı var. Bu nedenle rol değişimlerine, yani failin mağdur gösterildiği durumlara alışığız. Anne-babanın çocuğun direncini kırması, iradesini alt üst etmesi daha çocuklukta itaate yol açıyor. Çocuklar bizim sevgiyle büyütme sorumluluğunu taşıdığımız kutsal (dinsel anlamda değil) varlıklardan öte, kendimizin fotokopisi ve arka tekeri yapmaya çalıştığımız canlılar. Bu, doğrudan çocuğun kişilik özelliklerinin kırılması, onun derinden incinmesi demek. “Ağaç yaşken eğilir” söyleminde dile gelen tutum bir şiddet ve suçtur aslında; ama bizler bu tutumu yücelterek anne-babayı, yani failleri yüceltiriz. “Kızını dövmeyen dizini döver”, “Annenin vurduğu yerde gül biter” demek faili bağışlamak, hatta daha da ileri giderek onu kahraman ve değerli yapmak demektir. Çocuğun iyiliği için çocuğunu döven anne örneğinde, anne sanki bağrına taş basarak çocuğunu cezalandırıyor anlayışı yaygınlaştırılmaktadır. Reel sahnede ise çoğu kez öfkeden kendinden geçen bir annenin acımasızlığı vardır.

Böyle büyüttüğümüz çocukların yetişkinliklerinde, diyelim vatanın iyiliği için insan öldürenlerin katilliklerini görmezden gelerek failleri kahraman olarak görmeleri bana hiç de şaşırtıcı gelmiyor. Ayrıca çocukken kendilerini cezalandırdıkları için nefret ettikleri ve fail olarak gördükleri anneleriyle de aynılaşıp, annelerinde en sevmedikleri yanla özdeşleşerek bu kötüyü de içselleştirmiş oluyorlar. Dursun Akçam bir öyküsünde eşini zorla, döverek yürüyen merdivene bindirmeye çalışan bir gurbetçiyi anlatır. Çevredeki Almanların bu şiddeti durdurmak için müdahale etmelerine şaşırır. Karısına medeniyet öğretirken ailenin işine niye karışıyorlardır? Bu ve benzeri söylemler size de tanıdık geliyor mu? “Yabancılar iç işlerimize karışamaz!” “Biz Kürtlerimize zulmeder öldürürüz, solcularımızı hapse atarız!” “Onlar bizim Alevilerimiz, yabancılar karışamaz!” “Kürtler, Aleviler ve Fetöcülerle olan ilişkimiz bizim iç işimizdir ve ailenin iç işlerine yabancılar karışamaz!” Türklerin Kürtlere medeniyet götürdüğünün, Ermenilerin onlara iyilik yapmak amacıyla sürgüne gönderildiğinin, binlerce solcunun insanları komünizmden kurtarmak için öldürüldüğünün, Madımak’ın “din elden gitmesin” diye yakıldığının anlatılması… Örneğin faşist bir diktatör olan Kenan Evren, bu ülkede sözüm ona kahraman ve kurtarıcı olarak devlet yönetti!

PATALOJİK SADAKAT

Anne fedakârdır. Çocuk bunu da hafızasına, bilinç ötesine kaydeder. “Kurban olurum!” sözü, fedakarlığın boyutlarına dair işaret verir. Çocuk bununla da özdeşleşir. Annesinden fedakarlık öğrenen çocuk, sevdiği biri için kendisini kurban etmeye hazırdır. Devlet, ırkçılık ve inanç işte bu inanmışlığı kötü bir yöne kanalize eder. “Vatan, millet, devlet ve din için ölürüm”lerin doğumevidir burası.

Nazım’ın Laz İsmail’e dediği gibi: “Mesele esir düşmekte değil, teslim olmamakta bütün mesele!” İtaat insanın kendisi olmaktan vazgeçmesidir, teslim olmasıdır. İtaat çocuklukta zorla teslim olmakla başlar, sonrasında ise gönüllü teslim olmaya varır. Bu gönüllü teslimiyet vatan, devlet ve namus gibi kavramların arkasına gizlenerek itaat olgusundaki aşağılanmanın gizlenmesini de kolaylaştırır ve bu tür bir teslim olma hali kutsanır, yüceltilir... Failin yüceltilmesi, faille ve kötüyle özdeşleşme ve bunun sonucu olarak da içselleştirme oluşur.

Bütün bunlar aslında Friedtjov Schaeffer’in sözünü ettiği “patolojik sadakat”e (Pathologische Treue), yani reis, führer, başbuğ vb. ile özdeşleşip ona sadık olarak kimliğinden ve kendi olmaktan vazgeçme olgusuna dönüşür. Böylece kendi kimliğine ait olan negatifliklerden de, hiçlik duygusundan da kurtulur. Bu idealizeyi ve özdeşleştirmeyi sürdürmek için lider tanrısallaştırılıp ‘yanlış yapmaz’ bir konuma getirilir, yanlışlara ise rasyonel ve ikna edici açıklamalar bulunur. “Devleti yönetenlerden daha iyi mi bileceksin?” ya da “Yönetenler her şeyin iyisini bilir!” tavrı buna örnektir. Hasta veya yaralı atları acı çekmesin diye vururlar; tıpkı liderin yaptığı zulmün bir iyilikmişçesine sunulması gibi. Kürtlere nasıl Kürt olmaları gerektiği bu yüzden anlatılır. Yürüyen merdivene medeniyet öğretmek adına zorla bindirilir. Daha sonra bu boyun eğme estetize edilir, kutsanır ve romantikleştirilir. Sevgilerde yaşanan sadomazoşistlik de bu konularla ilişkilidir...

BİR BOYUN EĞDİRME ARACI OLARAK KÜSMEK

Çocuk eğitilirken ona sadakat ve itaat gibi çok önemli ahlaki değerler olarak belletiliyor; halbuki bu, otoritenin oluşturulmasına ve güvence altına alınmasına hizmet eder. İtaat öğretilirken çoğu kez çocuğun iradesi kırılır, sınırları çiğnenir. Bu aslında aşırı derecede aşağılanma ve bunun sonucu olarak incinmedir. Çocuğu terbiye etmek çoğu kez onun direncini kırmak demektir. Aşağılanan ve iradesi kırılan çocuk bu durumdan boyun eğerek kurtulur. Direnmek, çocuk tarafından anne ve babayı kaybetmek ve yaşamın sürdürülememesi gibi hislerle yaşanır. Bu varoluşsal korku, kültürde yaygın olan ve ailede de yaşanan ‘küsmek’ üzerinden iletilir. Küsmek sevginin geri çekilmesiyle negatif ve düşmanca bir ilişkinin başlatılmasıdır. Küsenler küstükleri kişiyi ya görmezden gelir ve onu yok sayarak sembolik olarak öldürürler (birinin varlığını hiçe saymak aslında faşizan da bir tutumdur) ya da negatif dikkat yoğunlaşmasıyla küstükleri insana yoğunlaşırlar.

Bu yoğunlaşma negatif bakıştan ötürü negatif olanı daha da çok görmeyi, daha da çok nefret etmeyi ve öfkelenmeyi doğurur. Böyle bir yoğunluk, ötekiyle diyalog olmadığından negatif fantezi alanını çoğaltır. Bu tür negatif duygular, bu duyguların objesinden çok bizzat hissedenine daha çok zarar verir ve küsen kişinin içi tümüyle zehirlenir. Bu durumda barışmak, sorunu çözüp ilişkiyi sürdürmek zorlaşır. Sevgiye muhtaç olan bir çocukta küskünlük varoluşsal bir korku yaratır. Kendisine bunları yaşatan anne ve babaya sevgisini sürdürmesi bu kontekstte anlaşılabilir bir durumdur; ama yetişkinliğinde benimsenen otoriteye boyun eğme ve kendisine kötülük edenleri yüceltme geleneği, çocukluğa ve kültürdeki bu öğelere de bağlıdır.

Çocuğa boyun eğdirmek, çocuğun sonsuz bir çaresizlik yaşamasını da beraberinde getirir. Bu çaresizlikten otoriteyle özdeşleşerek ve faili yücelterek çıkmayı dener. Fail “hem döver hem de sever” çünkü. Faile karşı hoşgörü, faili yüceltme ve bunları içselleştirme, varoluşun güvence altına alınması demektir. Kriz dönemlerinde ırkçılığın yükselişe geçmesinin, varoluşsal güvencenin kötünün kutsanmasıyla mümkün olduğu kanısının da bir geleneği var. Çoğumuz patlamaya hazır serseri mayınlar gibiyiz, öfkeliyiz. Sıradan bir tartışmada ve ilgi alanı farklılığında ölümden ve öldürmeden söz edebiliyoruz, tehditler ve gözü dönmüşlükler baş gösterebiliyor.

SUÇU ÜSTLENEREK EBEVEYNİNİ 'KURTARAN' ÇOCUK

Bütün bu film yaşanır ve bu deneyimler ve duygular bilince ve bilinç ötesine depolanırken önemli bir şey daha gerçekleşir: Suçun üstlenilmesi. Çocuk annesiyle babasının kötü insanlar olduğunu kabullenmekte zorlanır. Eş ve aile terapilerinde tanık olduğumuz bir sahne vardır: Eşlerden biri diğerine salak, diğeri de ona geri zekalı der. Bunları işiten bir çocuk için bu durum aslında bir faciadır; çünkü salak ve geri zekalı bir anne-babanın çocuğu olma gerçeğinin kendisi başlı başına bir faciadır. Çocuklar kendilerine kötülük eden anne-babanın özünde iyi insanlar olduklarının, hatanın kendilerinde olduğunun, anneyle babanın ise bu hataları düzeltmek amacıyla çocuğa kötülük yaptığının romanını yazarlar kendilerine.

Bu kurguda çocuk suçu üstlenerek anne ve babayı suçsuz konuma getirir. Bu hatanın düzeltilmesi de anne-babaya borç ödemek ve onlara ömür boyu borçlu kalmak şekline dönüşür. Bu durumda, psikanalizde “suç üzerinden bağlanmak” dediğimiz şey ortaya çıkar. Sevgi üzerinden bağlanamayanların yaşanan kötülükler sonrası suçu üstlenmesi ve böylece derin bir bağ oluşturma çabasıdır bu. Diktatörlerin kahraman olmalarını bu kontekstte de göz önüne almak gerekir. Suç üzerinden bağlananların otonom bireyler olması, vicdan geliştirmesi ve özgür düşünmesi hayli zordur...

Vatan ve milletle bağ kurmaya çalışanların bağ ile bağımlılığı birbirine karıştırdıklarını tespit ederiz. Irkçılar vatan, millet ve devletle bağ kurmak yerine kendilerini bunlara bağımlı hale getirirler ve onlarsız var olamayacaklarını sanırlar. Anne-babayla kurduğumuz bağ da aslında bağımlılık izleri taşır. Bağ kurmayı bağımlılık olarak bellemiş olan kişiler, daha sonra tüm bağlanma ilişkilerini de bağımlılığa dönüştürerek sağlarlar...

Şiddet ve İtaat adını verdiği kitabında psikanalist Andreas Ploeger, itaatte patolojik bölünmeye/kutuplaştırmaya vurgu yapar. Yetişkinlikte de suçlu olan otoriteyi masum görme ve gösterme biçimindeki çocuksu tavrın sürdüğünü anlatır (Gewalt und Gehorsam, 2017, s. 43). Mesela bugünlerde yaşanan zulümlere rağmen Erdoğan’ın bunlardan sorumlu olmadığını, çevresinin Erdoğan’ı yanlış bilgilendirdiğini anlatıyor bazıları. Bu anlatıyla Erdoğan masumiyetini korurken, ‘kötü’ çevresine yükleniyor. Burada da iyi ve kötü bölünüp, ‘iyi’ otoritenin hanesine yazılırken ‘kötü’ başkalarına kanalize ediliyor. Bir başka anlatı da, otoritenin tek çaresinin önemli bir sorunu çözmek için kötülüğü istemeyerek yaptığıdır. Bazı insanların kötüyü yaşamaları halkın iyiliği içindir. Böylece utilitarizm (yararcılık) tartışmalarından tanıdığımız ‘ahlaki bir duruş olarak kötü’ bir zorunluluk, kitlenin yararına kaçınılmaz bir sonuç olarak sunulur ve böylece otorite masumlaştırılır. Bu tür düşünme İbrahimî tek tanrılı din anlatısında da vardır. Kötüden otorite (Tanrı) sorumlu değildir. Ve kötüyle ilişkilenmeyen Tanrı sonsuza kadar yüce kalabilir.

OTORİTEYİ MASUMLAŞTIRMA ÇABASI

Ploeger’in altını çizdiği bir fenomen daha var: Otorite ile itaat eden arasında bir mesafe vardır ve ilişki asimetriktir. Aradaki fark çoğaldığında ciddi bir sorun çıkar; Erdoğan’ın saraylarda yaşıyor olmasının ve halktan kopmasının eleştirilmesi gibi. İşte otorite, “kullar”ıyla arasındaki mesafenin açılmasını gizler. Sıkça halktan biriymişçesine davranarak onlardan biri olduğunu ispat etmeyi dener. Erdoğan’ın iftar yemeklerinde poz vermesi bu nedenledir. Muhalefet onun halktan koptuğuna vurgu yaparken otorite, ‘Halkan biri değilim ama sizden biriyim’ gibi çelişkili bir durumun fotoğrafını servis eder...

Kabadayılık korkusuzluk ve cesaret olarak algılandığından, itaat edenlerin incinmişlik duygusuna merhem olur. Meydan okumak... İtaat korkudan boyun eğmekle başlar. İşte biri hiç korkusuzmuş gibi davrandığında, itaat eden korkar ve bu fiktif kahramanla özdeşleşerek eski yarasına merhem sürer. İtaat etmekten ötürü oluşan horlanmışlığa ve ezilmişliğe anlık bir çaredir. Bu nedenle Erdoğan’ın çakma kahramanlık şovlarının alıcısı var.

İtaat kültüründe, yaşanan olumsuzlukları kişiselleştirme eğilimi dikkat çeker (Ploeger, s. 44). Kaybettiğimiz maçta, golü yiyen kalecidir suçlu. Baltacı Katerina’ya kandırılmasaydı... Lozan’ın faturası İnönü’ye çıkarılır. Otorite hata yapmayan mükemmel bir kişidir ve geçmişin hatalarını yapmaz, bilakis düzeltir. İşte bu tutum ezilmiş kişiliklere merhem işlevi görür.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi