İtaat kültürü 9: İtaat, depresyon ve öfke

Çocuklukta başlayan ve yaşam boyu süren itaat etmenin, yani otoriteye boyun eğmenin ürettiği öfke, kendisinden korkulduğu için otoriteye yöneltilemeyip, biriktiği durumda başka insanlara yöneltilir.

Çocuklar çektikleri acıdan, keyifsizlikten yetişkinleri sorumlu tutar. Mesela karnı ağrıyan çocuğun kızgınlığı anne-babasınadır. Bu durum çocuğun fantezisinde yetişkinin kötü biri olabileceği ve kötülük yapabileceği fikrini oluşturur. Çocuk ve yetişkin arasındaki güç farklılığı ve çocuğun yetişkine bağımlılığı, çocuğun yetişkine tavır almasını zorlaştırır. Yetişkini kötü bildiğinden, onun kötülüğünden korunmak amacıyla uyumlu davranış gösterir ve kendi isteklerini geride tutar; işte bu geri tutma, depresyonun da kaynağıdır.

Kötülükten korunmak için kendini manipüle eder, itaat eder. Ve böylece kendini yetişkinden geleceğini sandığı ya da gelen kötülükten korumaya çalışır. Yetişkine göstereceği agresyonun yetişkini kışkırtacağını ve gaddarlaştıracağını sanır. Ama bu varsayılan ya da gerçekte yaşanan acıdan ya da kötüden ötürü oluşan öfke içe atılır. Bu içe atılan öfkeler iç dünyayı öfke deposuna dönüştürür. Ve bu da keyifsizlik yaratır.

Çocuklar oyunlarında ve anlatılarında bu şiddeti açığa çıkarırlar. Mesela oynarken arabaları çarpıştırırlar. Bazı çocuk terapisinde terapi süresi bitiyor ama çocuk oyuna devam etmek istiyor. Hayır diyorum. Çocuk beni kızdırmaktan korkuyor. Ama reddedilmiş olmanın, kendi isteğini kabul ettirememiş olmanın öfkesini ayakkabısından çıkarıyor: Ayakkabısını ayağıyla itiyor ve pis diyor. Bu olanların adresi aslında benim. Çocuk itaat ediyor, ama aynı zamanda bir kaydırmayla öfkesini dışarı atıyor. Olan şudur: İlişkide oluşan bir öfke üçüncü bir nesneye (arabalara) yansıtılır ve öfke orada dışa vurulur. Bunun anlamı ise öfkenin adresini başka kişilere ve nesnelere yöneltmeyi çocukken öğrenmeye başlamamızdır.

Burada işi zor hale getiren başka bir şey daha vardır: Örnekteki çocuk bu adres kaydırmasına rağmen, bana olan öfkesini kendi içinde saklarken, bana karşı duyduğu korkuyu da farkına varmadan büyütür. Ve böylece onun fantezisinde ben bir deve, bir canavara dönüşürüm. Böylece çocuğun dışındaki kişi, bir problem olarak içinde büyür. İşte bu durumdan kurtulmak için içimizdeki öfke dışarı atılmak durumundadır. Psikanalist Heinz Weiss, Trauma, Schuldgefühl und Wiedergutmachung isimli kitabında “suç ortaklığı”ndan (Komplizenschaft) söz eder bu kontekstte: Çocuk ve ben, öfkenin ayakkabıya yöneltilmesini onaylarız (2017, s. 18).

Çocuklukta başlayan ve yaşam boyu süren itaat etmenin, yani otoriteye boyun eğmenin ürettiği öfke, kendisinden korkulduğu için otoriteye yöneltilemeyip, biriktiği durumda başka insanlara yöneltilir. Daha sonraları yaşadığımız olumsuzluklarda ve krizlerde ilişkinin dışındaki kişileri ve olayları sorumlu tutmamız, öfkemizi başkasına yansıtmamız böylece bir geleneğe dönüşür. Birbirlerini tanımayan insanların tartışmalarında birbirlerine ‘ibne’, ‘Ermeni piçi’ gibi küfürler etmelerinin, ‘Kürtleri daha da çok öldürelim’ nefretinin geleneği böyle başlıyor biraz da...

Yaşadığımız bir olumsuzlukta olayın dışındaki kişi ya da kişileri suçlamak ve onlara hakaret etmek ‘halk sporu’ gibi bir şey. Eşcinsellere, Ermenilere, Kürtlere, Yunanlılara hakaret etmek... Kimliğimizin en belirgin özelliği Arap ve Yahudi nefreti değil mi? Kimliğimizi nefret üzerine kurduğumuzda içimiz zehir oluyor aslında. Sevmek, sevmeyi sürdürmek zordur; emek ister, duyarlılık ister, empati ve incelik ister. Nefret en kolayı galiba.

Sinemaya giderken, arabamızı park ederken ve alışverişte yaşadığımız olumsuzluklarda ortaya çıkan bu tür öfkeler mesela ırkçılığa kanalize edilir. Bu öfkenin adresi ötekidir. Birikmiş öfkenin ırkçılık üzerinden kontrol edilebilme halini ırkçılar kişiliklerinin sağlamlığına (Ich-Stärke) bağlarlar. “Kahrolsun Kürtler!”, “Ya benimsin ya kara toprağın!” ve “Ya sev ya terk et!” gibi sloganlar, bu öfkeyi besleyen söylemlerdir. Kürtlerle birebir yaşanan ilişkiler bu kadar öfkeye yol açmazken, soyut imajiner Kürtlere, yani ötekilere, yani teröristlere, yani düşmanlara karşı öfke kanalize edilerek kontrol edilir. Kürtleri yok etmenin tartışıldığı programlardaki katılımcıların sakin ve sözüm ona insancıl halleri bu kontrolle de ilişkili: “Bakın, ötekini kızmadan öfkelenmeden yok ediyoruz!” TikTok ırkçılarının programlarındaki sözde insanlık şovları da böyle bir şey...

Çaresizliklere maruz kalmış çocukların yetişkinliklerinde ırkçılık kontekstinde bu çaresizliği başkalarının üzerine yıkmak ve zulmü savunmak suretiyle kendi çaresizliklerinden kurtulmayı denediklerine tanık oluyoruz. İslami-faşist ideoloji önemsiz insanlara önemli olduğu duygusunu vererek önemlilik misyonu yüklediğinden, çocukluktan bu yana öğrenilmiş olan hiçlik duygusu sıfırlanıyor. Artık hiç ve önemsiz olanlar, insandışılaştırdıkları ötekilerdir. Hiçlik ötekine yüklenerek hiçlik duygusundan kurtulmaya çalışılıyor. Irkçı misyonun öneminden kaynaklanan bir önemlilik duygusu var ve bu duygu hiçlikten kurtulmaya imkan sağlıyor.

Bu mekanizmanın birçok sorunun açıklamasında kullanıldığını görürüz. Kötü alışkanlıkların kötü arkadaşlara uyarak edinildiğini sanırız mesela. Terapilerde duyduğumuz bir başka formülasyon da şöyledir: Yıllarca eşine kötülük etmiş biri eşinin ayrılığından kayınvalidesini sorumlu tutar. Yani yıllardır her gün beraber olduğu insanla ayrılığından bir başkası sorumludur. Kendisine yöneltilen eleştirinin doğruluğundan çok eleştirinin kim tarafından eşine iletildiğine yoğunlaşır. Böylelikle, yıllarca yaptığı kötülüğün sorumluluğunu başkasına kaydırır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Şahap Eraslan Arşivi