Gün Zileli
İttifaklar Meselesi: Psikolojik üstünlük tayin edici
Savaşlar, silah üstünlüğüyle ya da etkili saldırı gücüyle değil, esasen psikolojik üstünlükle ve moralle kazanılır. Psikolojik üstünlük ise, farklı güçlerin bir araya getirilip karşı tarafa korku salmakla mümkündür.
Eski zamanların meydan savaşlarını dikkatle incelersek, bir sürü başka faktörün yanı sıra, kazanan tarafın savaş başlamadan önce, karşı orduda korku ve moral bozukluğu yarattığını, yenilginin bu moral bozukluğunun sonucu olduğunu görürüz.
Eski meydan savaşlarında iki ordu, büyükçe bir düzlük alanın iki tarafındaki tepelerde konuşlanır ve saldırı başlamadan önce birbirini bir süre seyrederdi. Bu seyir esnasında, hangi ordu, mızraklarının, süvarilerinin, okçu piyadelerinin çokluğuyla ve muharebeye girmekteki kararlılığıyla karşı orduyu korkutur ve moral çöküntüsüne uğratırsa, savaşı, daha başlamadan o taraf kazanmış demekti. Elbette, morali bozulan tarafa, bir yerlerden moral verici bir takviye gelmemesi ya da moral üstünlük kazanan ordu içinde beklenmedik bir iç ihtilaf çıkmaması halinde…
HİTLER, SAVAŞ GÜCÜNE FAZLA GÜVENDİ
Büyük bir savaş gücüne sahip olan Hitler’in yenilgisinin başlangıcı, 22 Haziran 1941’de “Barbarossa” harekâtıyla Sovyetler Birliği’ne saldırdığı andır. Çünkü, Hitler, salt üstün savaş gücüyle savaşı kazanacağını sanmıştı. Oysa bu saldırı, Batı demokrasileriyle Sovyetler Birliği’nin kaçınılmaz ittifakını doğurmuş ve bu ittifak, psikolojik üstünlüğün anti-Nazi cepheye geçmesine yol açmıştır. Savaşın sonucunu belirleyen, üstün savaş gücü değil, geniş ittifakın karşı taraf üzerinde psikolojik üstünlüğü kazanması olmuştur.
DÜŞMANI AZAMİ ÖLÇÜDE TECRİT ETMEK
Esaslı bir savaş stratejisti olan Mao Zedung, bu durumu, “birleşilecek bütün güçlerle birleşmek ve düşmanı azami ölçüde tecrit etmek” şeklinde formüle etmiştir. Kısacası, kendi cepheni genişletecek, düşman cephesini daraltacak ve dağınıklığa uğratacaksın demek istemiştir.
Sosyal ve siyasi mücadele de bir tür savaştır ve savaşın yasaları bu mücadelede de geçerlidir. Sosyal ve siyasal mücadele de, farklı siyasal ve sosyal güçlerin bir araya gelmesiyle ve karşı taraf üzerinde psikolojik bir üstünlük kurulmasıyla kazanılır. Sosyal ve siyasal güçler, karşı tarafı azami ölçüde tecrit etmek için, irili ufaklı bütün müttefiklerle dayanışma ve ittifaka girmek zorundadır. Bu ittifakın genişliği, karşı tarafa korku salar ve saflarında çözülmelere yol açar.
AYRILIKLARI DEĞİL, ORTAK NOKTALARI VURGULAMAK
İttifaklar, farklı güçlerin asgari müştereklerde birleşmesiyle kurulur. Müttefik güçler, birbirlerinin “olumsuz” yönlerini ön plana çıkarıp ittifakı neredeyse imkânsız hâle getirirlerse, buna sevinecek olan, karşı taraftaki sosyal ya da siyasal güçler olacaktır. Bu bakımdan, ittifaklarda duygusallık ya da farklılıkları kurcalamak veya ihtilafları körüklemek karşı tarafın işine yarar.
İttifak, hesap meselesidir. Her ittifakın getirisi kadar götürüsü de vardır. Müttefiklerden biri, yeni katılan bir güçten hoşnut olmayabilir ve tarafsızlığa çekilme, hatta karşı tarafa geçme eğilimine girebilir.
Bunu “yorgan” metaforu ile anlatabiliriz. Başınızı örtmek için yorganı çektiğinizde ayaklarınız açıkta kalabilir, ayaklarınızı örtmek istediğinizde de omuzlarınız. O zaman, yorganın bütün bedeninizi örtebilmesi için ortalama bir noktaya getirmek ve aynı zamanda omuzlarınızla ayaklarınızı yorganın altında kalacak şekilde ayarlamak, örneğin dizlerinizi bükerek ayaklarınızın yorganın altında kalmasını sağlamak zorundasınız demektir. Hem yorgan beni ısıtsın, hem de sere serpe yatayım demek mümkün değildir.
ÖDÜN VERMEDEN İTTİFAK OLMAZ
Bu uzunca açıklamalardan sonra 14 Mayıs seçimlerine gelecek olursak, her zaman olduğu gibi, nihai olarak bu mücadelede de kaçınılmaz olarak iki cephe oluşmuş bulunuyor. Cephelerden biri iktidar cephesi, diğeri de muhalefet cephesidir. Elbette bu iki cephe, yekpare değil, parçalıdır. Her iki tarafta da bir araya gelen parçalar cepheleri oluşturuyor.
İttifak, ödün vermektir. “Ben ödün vermem, arkadaş” diyen, ittifak yapmaya kalkışmamalıdır. Keza, ittifak kurmak isteyen, pürist tutumlardan uzak durmak zorundadır. İttifak, benzer güçlerle değil, benzemeyen güçlerle kurulur. Zaten o kadar benzeyen iki güç varsa, onların ittifak kurmak yerine birleşmeleri daha mantıkidir. İttifak kurmak, ilkesizlik demek değildir ama her ittifak kaçınılmaz olarak ödün vermeyi, hatta bir miktar kirlenmeyi de getirir. “Hiç kirlenmeyeceğim” diyen biri, aslında “ben ittifak yapmam” demiş olmaktadır. İttifak yapmamak ise, baştan mücadelenin dışında kalmayı kabul etmek anlamına gelir. İttifak yapmak, müttefikinle arandaki ayrılıkları asgariye indirmek, ortak noktaları azamiye çıkarmak sanatıdır.
MORAL ÜSTÜNLÜK MUHALEFET CEPHESİNDE
Somut duruma geçecek olursak, CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, “6’lı masa” adı verilen ittifakı oluşturmakta büyük beceri göstermiştir. Keza, HDP’nin belkemiğini oluşturduğu “Emek ve Özgürlük İttifakı” ile adı konmamış zımni bir ittifak gerçekleşmiş ve Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde “birleşilebilecek bütün güçlerle” (Kılıçdaroğlu, “büyük”, “küçük” demeden çeşitli partileri ziyaret ederek bu genişlemeyi en son sınırına kadar götürmeye çalışmaktadır) birleşmiş ve iktidar cephesini “azami ölçüde tecrit” etmiştir.
O kadar ki, Kılıçdaroğlu’nun ittifaklar siyasetinin başarılı olduğunu gören Tayyip Erdoğan da “Cumhur İttifakı”nı genişletmek zorunda hissetmiştir kendini. Ne var ki, bunu yaparken bazı beceriksizlikler yaptı ve ittifak girişimleriyle kendi cephesini zayıflatmış oldu. Evet, Hüda-Par örneğinden söz ediyorum. Yukarıda belirttiğim gibi, ittifakların getirisi olduğu gibi götürüsü de olabilir. Nitekim, Tayyip Erdoğan, Hüda- Par’ın 150 bin civarında olduğu söylenen oyunu kazanmak ve “Millet İttifakı” karşısında kaybettiği psikolojik üstünlüğü yeni müttefiklerle yeniden kazanmak isterken, en büyük müttefikinde önemli bir kırılma yarattı. Yani, Hüda-Par’la ittifakın götürüsü getirisinden fazla oldu. Evet, MHP, Hüda-Par’a itiraz etmedi, hatta Bahçeli, kerhen de olsa bir itirazlarının olmadığını beyan etti ama hemen ardından, seçime bütün illerde MHP listesiyle ve amblemiyle gireceğini açıkladı. Bunun açık anlamı, bütün illerde kendi listesiyle seçime giren MHP’nin, AKP’ye epeyce sandalye kaybettirecek olmasıdır.
TEK LİSTE MESELESİNDEN AKP ZARARLI ÇIKTI
Oysa muhalefet cephesinin, bu tek liste meselesini de, Cumhur İttifakı’nın tersine, mümkün olduğu ölçüde suhuletle hallettiği gözleniyor. “Millet İttifakı” cephesinde, İYİP dışındaki diğer partilerin CHP listesinden girmesi, oyların bölünmesini önleyecektir; keza, CHP ile İYİP’in 15 kadar ilde listelerini ortaklaştırmaları, İYİP’in ayrı listeyle seçime girmesinin getirdiği kayıpları asgariye indirecektir; keza, HDP ile TİP’in, aralarındaki görüşmelerle TİP’in seçimlere ayrı listeyle gireceği illerin sayısını bir hayli düşürmeleri de Yeşiller ve Sol Parti’nin sandalye kaybını asgariye indirecek gibi görünüyor. Gösterdiği bazı adaylar nedeniyle, özellikle büyük şehirlerde, entelijansiya kesimlerinde YSP’den TİP’e ve CHP’ye bir miktar oy kayması olması muhtemeldir ama sonuçta bu oylar, yine muhalefet cephesi içindeki bir yer değiştirme olacağından muhalefetin kaybı olarak görülemez.
Sonuç olarak, İki büyük İttifaktan oluşan muhalefet cephesi, farklılıklardan doğan kayıpları asgariye indirirken, iktidar cephesinin iki büyük bileşeni (AKP ve MHP) arasındaki Hüda-par ihtilafının, bu cephenin parlamentodaki kaybına epeyce bir katkıda bulunacağı anlaşılıyor.
MUHARREM İNCE ve “AÇIK KAPI” SİYASETİ
Bu iki cephe dışında kalan Muharrem İnce ve Memleket Partisi’ne gelecek olursak… Kanaatimce, büyük muharebelerde iki büyük ordunun dışında kalan görece küçük ordular sonuçta iki büyük ordudan birinin safına geçmek zorunda kalırlar. Öyle tahmin ediyor ve umuyorum ki, Muharrem İnce, iktidar cephesinin safına geçmeyecektir. Kılıçdaroğlu, bu noktada da, M. İnce’ye karşı “açık kapı” siyaseti izleyerek, bugüne kadar ustaca yürüttüğü ittifaklar siyasetinin gereğini yapmıştır.
“Ordular” tepelerde mevzilenerek ufukta silüet halinde görünen mızrakları ve süvarileriyle psikolojik üstünlük sağlamaya çalışıyorlar.
İktidar ordusunun morali ise pek iyi görünmüyor. Hatta “firar”ların şimdiden başladığı gözleniyor.
Gün Zileli: 24 Ekim 1946, Ankara doğumlu. 1968 gençlik hareketinde yer aldı. 1990 yılında İngiltere’de sığınmacı oldu. 1992 yılında anarşizmi benimsedi. 2000’li yıllarda altı kitaptan oluşan otobiyografisini yazdı. Romanları, özellikle Sovyetler Birliği’ndeki Gulag kampları hakkında biyografik çevirileri var.