Doğan Özgüden
Kaldırım taşlarından yükselen çığlık...
İki gün önce Türkiye'de insan haklarını savunma açısından yürekli bir girişimin 32. yıldönümüydü… 15 Temmuz çakma darbesinin yıldönümünü fırsat sayarak Tayyip'in Türk-İslam diktatörlüğünü hızla kurumlaştırmasına övgüler düzen ana akım medyada İnsan Hakları Derneği (İHD)'nin kuruluş yıldönümünden tek satır söz edilmedi.
12 Eylül'ün karanlığını yırtmak için özgürlüklerini ve hattâ yaşam güvencelerini tehlikeye atarak 1984'te ünlü Aydınlar Dilekçesi'ni imzalayanların ikinci büyük atılımıydı İHD'nin kuruluşu.
Derneğin kurucularından ve eski genel başkanlarından sevgili dostumuz Akın Birdal'ın geçen gün Artıgerçek'te yayınlanan söyleşisinde açıkladığına göre İHD'yi kuran 98 kişiden 37'si yaşama veda etmişti. Bunlardan 20'yi aşkını siyasal katliam kurbanıydı.
Akın Birdal'ın kendisi de IHD genel başkanı iken 1998 yılında Ankara'daki genel merkez bürosunda kurşunlanarak ağır yaralanmıştı.
İHD'nin kurulmasından kısa bir süre sonra Brüksel'de Uluslararası İnsan Hakları Federasyonu (FIDH)'nin bir toplantısına katılmıştım. Federasyon yöneticilerine Türkiye'de yeni kurulan İHD ile ilişkide olup olmadıklarını, üyeliğe ne zaman kabul edileceğini sormuştum. İHD ile iletişimde olduklarını, ancak üyeliğe kabul edilebilmesi için Ermeni Soykırımı'nı tanıması gerektiğini söylemişlerdi.
İHD insan haklarına ilişkin her konuda, örneğin Kürt halkının haklı mücadelesi konusunda olduğu gibi, Ermeni Soykırımı'nın tanınması konusunda da başı çeken kuruluşlardan biri olacak, 1995 yılında FIDH'ye üye olarak kabul edilecek, 23-26 mayıs 2013 tarihlerinde de bu uluslararası federasyonun genel kurulunu organize ederek yüzlerce ülkenin insan hakları savunucularını İstanbul'da ağırlayacaktı.
Söyleşide Birdal "Bizim 32 yıllık süreç içinde edindiğimiz bütün kazanımlar tamamen ortadan kaldırıldı. Büyük yıkımlar oldu. Biz 17 Temmuz’u kutlamayacağız, unutmamak ve unutturmamak doğrultusunda bellek yenilemesi yapacağız," diyor.
"Şimdi ne yapmalı?" sorusuna da Birdal'ın yanıtı şöyle: "Kuvvetler ayrımının askıya alındığı bir ülkede herkes insan hakları savunucusu olmalı. Bugün sadece dernekler insan hakları savunucusu olmamalı, herkes birer hak savunucusu olmalı, hem kendi hak ve özgürlükleri için, hem de ülkedeki bütün yurttaşların haklarını korumalı ve savunmalı."
Ancak günümüzde insan haklarının savunulması konusunda uluslararası plandaki gerileme de Akın Birdal'ın dikkatinden kaçmıyor: "Türkiye’deki insan hakları yıkımı dünya ile doğrudan ilişkili… Avrupa’da ve tüm dünyada insan haklarının korunması ve savunulması uluslararası hukuka ve bir denetim mekanizmasına bağlanmıştı. Şimdi dünyada ne insan hakları hukuku kaldı, ne de uluslararası denetim mekanizma araçları işlevlerini yerine getiriyor. Bugün başta AB olmak üzere AGİT, BM egemen devletlerin hakimiyeti altına girdi. Bir takım uluslararası sözleşmeler vardı, ancak şimdi bu sözleşmelere saydığımız ülkelerin kendileri de uymuyor. Uymamaları halinde bile bir yaptırım olmuyor."
Türkiye'nin üyesi veya aday üyesi olduğu devletler arası kuruluşların ülkemizdeki insan hakları ihlalleri karşısındaki kararsız, ikircikli, genelinde açıkça oportünist tavrını 47 yıldır sürgünde yakından izlemiş bir gazeteci olarak Birdal'ın gözlem ve kaygılarına aynen katılıyorum.
Neyse ki devletler düzeyindeki bu gerileme ve çöküşün tersine yine o devletlerin sınırları içinde hızla gelişen vatandaş direnişleri, sivil toplum kuruluşları var…
Daha 50'li yıllarda Menderes iktidarının basın özgürlüğünü ayaklar altına alan uygulamalarına ilk dış tepkilerin Uluslararası Basın Enstitüsü (IPI)'den geldiğini anımsıyorum.
1959 yılı sonlarıydı. Milliyet Gazetesi Ege Bölgesi temsilcisi iken aynı zamanda İzmir Gazeteciler Cemiyeti ve İzmir Gazeteciler Sendikası yönetim kurulu üyesiydim.
Diğer ülkelerde olduğu gibi Türkiye’de de milli piyangoya ek olarak Spor Toto'nun başlatılması hazırlıklarının yapıldığı günlerdi. "Futbol Müsabakalarında Müşterek Bahisler Tüzüğü" hazırlanırken Spor Toto gelirlerinden hangi kurumların yararlandırılacağı da tartışılıyordu.
Cemiyetin o dönemdeki başkanı olan hükümet yanlısı Ege Ekspres Gazetesi sahibi Nihat Kürşat bir gün Devlet Bakanı Bahadır Dülger'in basın sorunlarını görüşmek üzere cemiyet yönetim kurulu üyelerini Ankara'ya davet ettiğini bildirdi.
Ankara’da Bahadır Dülger bizi tarihi Ankara Palas Oteli’nin lokantasında ağırladı. Başbakan Menderes’in basın mensuplarının sorunları karşısında ne denli duyarlı olduğunu, bu konuda her türlü maddi yardımda bulunmayı arzuladığını uzun uzun anlatan bir girizgahtan sonra sadede geldi:
"Biliyorsunuz," dedi, "hükümetimiz yeni kurulacak olan Spor Toto teşkilatının tüzüğünü hazırlıyor. Başbakanımız, Spor Toto olanaklarından gazeteciler cemiyetlerinin de yararlandırılmasını düşünüyor… Basın özgürlüğüyle ilgili konuları aramızda tabii ki tartışalım. Kuşkusuz bir takım sorunlar var. Ama kol kırılır yen içinde kalır. Bu konulara yabancıları karıştırmayalım. Sayın başbakanımızın işte bu konuda sizden ricası var. Gazeteciler cemiyetlerinin Uluslararası Basın Enstitüsü’ne karşı bir protesto bildirisi yayınlamasını arzu ediyorlar."
"Böyle bir teklif skandaldır," diye tepki gösterdik. "Spor Toto’dan verilecek üç beş kuruş için basın özgürlüğünü savunma ilkesinden ödün veremeyiz. Uluslararası Basın Enstitüsü’nü takbih etmek şöyle dursun, basın özgürlüğünü savunma konusunda bize verdikleri destekten dolayı kendilerine teşekkür borçluyuz."
Bir kaç hafta sonra da hükümet "Futbol Müsabakalarında Müşterek Bahisler Tüzüğü"nü yayınladı. Bizim cemiyetimiz gibi İstanbul ve Ankara gazeteciler cemiyetleri de hükümetin rüşvet karşılığı destek arayışına olumlu yanıt vermedikleri için hiçbirine toto gelirlerinden pay verilmeyecekti.
Uluslararası sivil toplum örgütlerinin Türkiye'deki özgürlük mücadelesiyle dayanışmasına ilişkin anımsadığım ikinci olay ise 1967 yılında Amnesty International'in bizim Ant Dergisi aracılığıyla düşünce suçlusu Şadi Alkılıç'a sahip çıkması ve kendisini dünyada Ayın Mahkumu ilan etmesiydi.
1971'de başlayan 47 yıllık sürgün yaşamımızda, başta Amnesty International olmak üzere, çeşitli ülkelerin sivil toplum kuruluşlarının Türkiye'deki insan hakları ihlallerine karşı mücadelesine sadece tanık olmakla kalmadık, bu konuda kendilerine İnfo-Türk olarak sürekli bilgi akışı sağlamaya çalıştık.
Evet, Türkiye'deki insan hakları ihlalleri konusunda devletler ya da devletler arası kurumlar düzeyindeki bu gerileme ve çöküş ne denli vahim olursa olsun, o devletlerdeki sivil toplum kuruluşları bugün Tayyip diktası tarafından uygulanan baskıları açıklamaya büyük bir kararlılıkla devam ediyorlar.
Sadece Türkiye ve benzeri ülkelerdeki faşizan uygulamalara karşı mı? Hayır… Kendi ülkelerindeki anti-demokratik uygulamalara ve baskılara da karşı…
Bu içsel mücadelelerden biri de özellikle 30'lu ve de 40'lı yıllardaki Nazi terörünü asla unutturmamak, yeni kuşakları bu konuda bilgilendirmek, Avrupa'nın onyıllarca sonra benzeri çılgınlıkları yeniden yaşaması tehlikesine karşı sürekli uyarıda bulunmak…
Bu plandaki önemli girişimlerden biri de, başta Almanya olmak üzere Avrupa'nın Nazi terörünü yaşamış tüm ülkelerinde, bu terörün kurbanı bireylerin anısını bir zamanlar yaşamış oldukları ve dönemedikleri evlerin önündeki kaldırım taşlarından birinin altın rengi zemini üzerine isimlerini, doğum ve ölüm tarihlerini silinmeyecek şekilde nakşederek yaşatmak…
Dün gelen haberlere göre, Belçika'nın flaman başkenti sayılan Antwerpen'in milliyetçi N-VA yönetimindeki belediyesi, 10 yıllık bir beklemeden sonra, 2. Dünya Savaşı sırasındaki Nazi işgali döneminde katledilen ya da toplama kamplarına gönderilerek orada öldürülen 27 anti-faşist ya da Yahudi direnişçinin bir zamanlar yaşamış oldukları evlerin önüne onların anılarını ebedileştiren kaldırım taşlarının döşenmesine izin vermiş bulunuyor.
Anı ebedileştiren kaldırım taşı uygulamasını Avrupa'da 20 yıl önce ilk kez başlatan Alman sanatçısı Gunter Demnig… Anısı yaşatılacak terör kurbanının etnik, dinsel ya da felsefi aidiyeti de önemli değil… Yahudi, Rom, komünist, rejim karşıtı sosyal demokrat, hristiyan direnişçi ya da eşcinsel olabilir…
Kaldırım taşlarının üzerinde öncelikle "Burada oturuyordu" yazılı… Onun altındaki satırlarda isim, soyadı, doğum tarihi, sürgün yılı ve sürüldüğü yer, ayrıca kurbanın yazgısıyla ilgili veriler var.
Son bilgilere göre, Almanya, Belçika, Fransa, Hırvatistan, Norveç, Polonya, Çekya veya Macaristan da dahil Avrupa’nın 16 ülkesindeki bini aşkın yerde anıları canlandıran 46.000 kaldırım taşı var…
Belçika'da ilk anı kaldırım taşı 2009 yılında Anderlecht'teki bir sokağa döşenmiş… Antwerpen de dahil Belçika kentlerinde döşenecek anı kaldırım taşları sayısının bu yıl 400'ü aşması bekleniyor.
Türkiye'de böyle bir uygulama mümkün mü?
Yine de bu planda öncü bir girişim var… Kadıköy Belediyesi 2016 yılında başlattığı Yaşayan Sokaklar Projesi ile ilçede yaşamış olan sanatçıların anısını isimlerini taşıyan kaldırım taşları döşeyerek canlı tutmaya devam ediyor.
Daha önce Cemal Süreya, Özdemir Asaf ve Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiirlerini onların yaşamış oldukları sokakların kaldırım taşlarına yazdıran belediye bu yıl da Nazım Hikmet'in çeşitli şiirlerinden dörtlükleri doğum günü olan 15 Ocak öncesi Kadıköy Moda Burnu’ndaki kaldırım taşlarına kazdırdı.
Bir gün Türk-İslam sentezi diktası yıkılacak ve ülkede gerçekten demokratik bir yönetim kurulacak olsa, TC ülkesindeki tüm soykırımların ya da siyasal cinayetlerin kurbanlarının anılarını yaşatmak için bu kaldırım taşı uygulaması ne denli mümkün olur, bilemem… En azından sayısal açıdan…
Her şeyden önce 1896'dan 1922'ye uzanan ve de Ermeni, Asuri, Pontus soykırımlarını kapsayan birinci aşama…
Ardından Cumhuriyet Türkiyesi'nde CHP ve DP iktidarları, 1960, 1971,1980 askeri diktaları, Özal, Demirel, Çiller, Yılmaz, Ecevit ve Erdoğan sivil yönetimleri altında Kürt ve Alevi vatandaşlara, sol ve demokrat aydınlara, halk önderlerine karşı işlenen alçakça cinayetler…
Sayılar milyonları aşmakta…
Kimlikleri ve son yaşadıkları mekanlar tesbit edilebilse bile, o mekanlarda oturdukları ya da gizlendikleri konutlar hâlâ mevcut mu? Mevcutsa, önleri anı kaldırım taşı döşemeye uygun mu, yoksa bir çamur ve çöplük deryası mı?
Uzağa gitmeye ne gerek?
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiserliği Türkiye Kürdistan'ındaki Cizre, Nusaybin, Sur gibi kentlerin sistematik olarak yıkıldığını, en azından 2 bin kişinın öldüğünü, yarım milyon insanın yurdundan edildiğini açıklamamış mıydı?
Evet zor… Yine de demokrasi ve insan hakları mücadelemizin gündeminde olmalı… Yıkıma uğramamış, zamanında kimleri barındırdığı bilinen evlerin önüne de günü geldiğinde altın rengi anı kaldırım taşları döşenmeli…
Döşenmeli ki bu ülkenin gelecek kuşakları benzer utançları yaşamasın… Geçmişin soykırımlar ve siyasal cinayetler kurbanlarını asla unutmasın…