Savaş Kılıç

Savaş Kılıç

“Kalın Abdal” Ne Demek?

Geç geldi aklıma Cemal Süreya'nın "rumelili kalın abdal" dizesiyle Dede Korkut'taki "kalın Oğuz beyleri" arasında bağ kurmak. Hoş, sık okuduğum Dede Korkut’taki “kalın” sözünü de tam anlamazdım, “bütün” gibi bir anlamı olsa gerek zannederdim. Değilmiş.

Cemal Süreya’nın Nâzım Hikmet hakkındaki şiirinde şu kıtada (ve elbette şiirin başlığında) dikkatimi çeken bir şey var:

biz ki Nâzım'dık dünyada
rumelili kalın abdal
uçan kuşa selam saldık
sevdik oluklar boşaldık,
cemi cümle bir sofrada
muhannetlik kalmayana

Merakıma ve filoloji eğitimi almış olmama rağmen buradaki “kalın” sıfatını –dikkatimi çektiği halde– anlamıyordum eskiden; gerçi şimdi de tam anladığımdan emin değilim. Geç geldi aklıma bu “kalın” ile Dede Korkut’taki “kalın Oğuz beyleri” gibi ibareler arasında bağ kurmak. Hoş, o kadar sık okuduğum Dede Korkut’taki “kalın” sözünü de tam anlamazdım, gelişinden “bütün” gibi bir anlamı olsa gerek zannederdim. Değilmiş.

Bu tembelliğim ve hatam bana özgü de değil elbette. Kelimeyi anlamaya çalışırken düşülebilecek bu tür hatalar filolojiyle uğraşanların aşina olduğu şeyler. Olası ilk hata, “kalın”ı bugünkü anlamda (“ince olmayan”) zannetmek olur (ki bu da bir nevi présentisme/şimdiciliktir, tarihi anlamaya yönelik her türlü çabanın önündeki başlıca engel), ama bu da bir anlam ifade etmeyeceği (ya da olsa olsa olumsuz anlam ifade edeceği) için şüphelenmemize neden olacaktır. İkinci hata (benim düştüğüm) ise, kelimenin başka tanığı olmadığı takdirde yapılacak bir şeyi yapmak, yani tanıklar bulunduğu halde, anlamını bağlamdan çıkarmaya çalışıp yanlış yorumlamak. (Üçüncü bir hata mümkün: Tarihsel sözlükler de dahil olmak üzere, sözlükte kayıtlı anlam ya da anlamların ibareyi anlayıp açıklamaya yeteceğini varsaymak.)

Dönelim “Kalın Abdal”a, “kalın Oğuz beyleri”ne… ne demektir burada “kalın”? Dede Korkut’un kanonik yazmalarında, görebildiğim kadarıyla, “kalın” kelimesi sadece Oğuzların sıfatı (daha doğrusu, épithète’i, sanlığı) olarak geçiyor: Örneğin Salur Kazan için “kalın Oğuz’un devleti” (koca Oğuz elinin talihi), “kalın Oğuz arkası” (koca Oğuz elinin koruyucusu), Bamsı Beyrek için “kalın Oğuz’un imrencesi” (koca Oğuz ülkesinin sevgilisi) denir. Diğer bir kullanım: “Salkım salkım tan yelleri estiğinde, (…) akla kara seçilen çağda, kalın Oğuz kızı gelini bezenen çağda” (Gün ağarırken, koca/haşmetli Oğuz elinin genç kadınlarının süslendiği esnada). Buraya kadar “koca” karşılığı işimizi gördü, ama şu örnekte, başka bir anlam da yüklenebiliyor: “Kalın Oğuz içinde Ulaş oğlu Salur Kazan’ı sorar olsam…” (kalabalık Oğuz elinde…).

Bir başka güzel örnek: “Dokuz kara gözlü, hûb yüzlü, saçı ardına örülü, göğsü kızıl düğmeli, elleri bileğinden kınalı, parmakları nigârlı mahbûb kâfir kızları kalın Oğuz beylerine sağrak sürüp (kadeh sunup) içerlerdi.” Bu cümlede “kalın”ı sözgelimi “kalabalık” diye yorumlamamızın pek bir anlamı yok; olsa olsa “güçlü”, belki “güçlü kuvvetli”, ama daha büyük ihtimalle “nüfuz sahibi”, “kudretli” diyebiliriz. Kalın’ın bugün kullanılmayan bu anlamının bir örneğini Evliya Çelebi’de buluyoruz: “Nemse’nin devleti kalındır, Macar’ın devleti... zaifdir” şeklinde geçiyor. (Robert Dankoff, Evliya Çelebi Okuma Sözlüğü, çev. Semih Tezcan, 2004, s. 159.) Cemal Süreya, Nâzım’ı “güçlü” bir abdal olarak nitelemiş olabilir mi? Olabilir. Ama sanki tam da oturmuyor bu anlam.

Bu noktada Dede Korkut’un Günbed versiyonuna da bakmamız iyi olacak. Kara Budak için “kalın Oğuz’un yügürüğü” (koca Oğuz elinin hızlı atı) deniyor örneğin iki kez. Keza Dede Korkut figüründen söz edilirken “Kalın Oğuz’un vasfını der olsa tükenir mi” (Koca Oğuz elinin niteliklerini anlatacak olsa saymakla biter mi?) denir. Diğer Dede Korkut versiyonlarından farklı olarak Günbed’de kalın sıfatının bir kez Oğuz dışında bir isim için, Bayat boyu için “Kalın Bayat ağası… Deli Dündar” şeklinde, bir kez de “kalın oymak büyüğü” şeklinde kullanıldığını görüyoruz.

Fakat Günbed yazmasında bizim için anlamlı bir veri daha bulunuyor. Diğerlerinden daha yakın tarihli olduğu tahmin edilen bu yazmayı kaleme alan kişi “kalın”ın anlamının o tarihte ya da o bölgede güncelliğini kaybettiğini düşündüğünden belki, belki de bambaşka bir sebeple, Oğuz’a farklı bir sanlık seçmiş ve üç kere “say Oğuz” tamlamasını kullanmıştır. Özellikle iki kere geçen “Say Oğuz’un vasfı” şeklindeki ibarenin “kalın Oğuz’un vasfı” ile paralellik taşıması bize bu iki sıfatın eş ya da yakın değerli olduğunu düşündürüyor. Saadettin Özçelik ve Semih Tezcan gibi filologlar “say” kelimesine “seçme, seçkin” anlamını veriyorlar.

Bu durumda “kalın abdal”ı nasıl yorumlayabiliriz? Hangi anlamı yükleyebiliriz bu tamlamaya? “Kalabalık” anlamını bir yana bırakırsak seçeneklerimiz: güçlü, kudretli, koca, seçkin, vb. Bu “ağıtı önce söylenen”, “boynu usul [incecik, zarif] telli turna”nın (yurtsuzun, sürgünün) –çevirmenliğimi de devreye sokarak– “heybetli” bir abdal olarak nitelendiğini söyleyemez miyiz? Yoksa yukarıdaki kısa incelemeye bağlı kalarak “seçkin bir abdal” olduğunda mı ısrar etmeliyiz? Ben birinci yorumu tercih etmeye meyilliyim.

Peki şiir olarak “Kalın Abdal” ne diyor bize? Cemal Süreya’nın bu ağıtını, Nâzım’ın Şeyh Bedreddin’i misali, Oğuz Türkçesinin en eski edebi diline ya da heretik ozanların diline göndermelerle yazdığı açık. “Yunus ki Sütdişleriyle Türkçenin…” sonunda söyleneni –ki kendi adıma da had safhada benimsiyorum– bu noktada hatırlayabiliriz: “Sen işte bunlarla bildin Türkçeyi / bunlarla / Gelen giden obayı sevdi.” “Kalın Abdal” şiiri (1967), nefis bir manzum şiir tarihi olan bu “Yunus ki Sütdişleriyle Türkçenin…” (1969) metnine önceden yazılmış bir zeyl gibidir (ya da kronoloji meraklıları için şöyle söyleyebiliriz: ilk yazılmış şiir ikincisini nüve halinde barındırıyormuş daha en baştan). “Kalın Abdal”la, şiirin anlattığı figürler (Nâzım Hikmet ve Cemal Süreya’nın kendisi) büyük kısmı heretik olan bu şairlerin soykütüğüne (daha en baştan, –ya da sevdiğim bir tabirle– “zaten hep”) ulanmıştır. Pir Sultan Abdal Cemal Süreya’nın ölümünü (aşılacağını) önceden ilan ettiği gibi, Cemal Süreya da daha hayattayken (şiiriyle) Nâzım’ın ölümünü ilan etmişti (ağıtını söylemişti). Bu şekilde kurulan çevrimin başında Nâzım yer alırken onun ardından gelen Süreya yerini yüzyıllar önce yaşamış Pir Sultan’a bırakıyor (kronoloji tersine çevriliyor). Ama Süreya’yı da zaten Pir Sultan “ısmarla”mıştır:

Sen ki şu kısacık hayatında

Sevdin ve yaşadın kelimeleri

Bir gün bile düşürmedin kalbinden

Yarana bastığın o büyülü deyimi

Niye mi koşarsın böyle ufka doğru

Pir Sultan mı ısmarladı seni.

“Ismarlama” mecazı kendine-erekli (auto-télique) bir anlatı kurulduğu izlenimi verse de Cemal Süreya daha karmaşık bir döngü düşüncesine yaslandığı için erekten söz etmek mümkün değil. Öte yandan bu ölüm ilanları, “ağıtını söyleme” ve “ısmarlama” gibi ifadelerden anlaşılacağı üzere, hasmane bir tavırla, bir saldırıyla yapılmış değildir – yani antagonistik bir edebiyat tarihyazımına da indirgemeyiz düşüncesini. Süreya’nın tavrı bir “yas çalışması”nı içerdiği gibi, manevi bir yaşatmayı ya da en azından ısmarlayanın ısmarlananı içinde nüve halinde “zaten hep” yaşatmasını da içerimliyor gibi. Söz konusu süreklilik ilişkilerini (ki heretiklik ya da muhaliflik ekseninde kurulduğu anlaşılıyor bu ilişkilerin) ve özellikle döngüselliği, “turna” ve “Pir Sultan” figürlerinin sunduğu ipucundan yola çıkarak belki Alevi düşüncesiyle yorumlamak mümkündür, ama konuyu (hiç bilmediğim için) ehline bırakıyorum.


Savaş Kılıç: 1975'te doğdu. Türk Dili ve Edebiyatı ve dilbilim eğitimi gördü. İngilizce ve Fransızcadan çevirileri, çeşitli dergi ve kitaplarda yayımlanmış yazıları var. Metis Yayınları'nda editör olarak çalışıyor.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Savaş Kılıç Arşivi