Fadıl Öztürk
Keder...
Kederimiz her kapıyı çalmaz, her gölgede serinlemez kederimiz. Gelir onu yaşayanın yakasında yuva kurar. Kuştur, uçarak gözden kaybolsa da bir zaman sonra dönüp aynı yere konandır kederimiz. Genç yaşında öldürülmüş bir evladın acısıdır, üzerinden ne kadar zaman geçerse geçsin ağırlığından hiçbir şey yitirmeyendir bizim kederimiz...
Biz nereliysek o da oralıdır. Nüfusta kaydı yoktur ya da çekilmiş siyah-beyaz bir fotoğrafı. Afişlerle, fotokopiyle çoğaltılmış fotoğrafla aranmaz keder. Aranarak bulunan bir şey de değildir, bütün sevinçlerimizden soyundurularak bize giydirilendir, eskimek bilmeyen. Acımızın yüzümüzde kendini dışa vurmuş hali olur bazen; Bazen günlerce çalınsa da bir türlü açılmayan, yorgunlukla önünde diz çöküp oturmak durumunda kaldığımız kapı; Bazen çöktüğümüz o kapı önünde ruhumuzun bedenimizi terk etmesi, oturanı boş bir mezar gibi orada bırakandır keder...
Bir kalbin acısından başını duvarlara vurma halidir, göğsümüzü bir körük gibi kaldırıp kaldırıp indirmesi, bizi ölüye değil yaşadığımıza sayandır. Konuşsan doğu, sussan batı, alıp başını gitsen güney, devletlere göre her durumda üşüten kuzeydir keder. Yaşarken ölmek olarak tarif edilse de keder, ölünce ölüyü asla terk etmeyen, olmadık anda kendini yaşayanlara durmadan hatırlatandır. İnsanın içini asla dolduramadığı kocaman bir boşluk, pencerelerden uzaklara dikilmiş göz, verilmiş ama alanı olmayan selam, dudakların kıpırtısında asla sese dönüşmeyendir, upuzun bir sessizliktir keder...
Doğarak hayat bulmaz keder. Doğarak hayat bulmuş insanın diri diri yontulmuş halidir, etin kemikten ayrılmasıdır kan revan içinde. Korku onun yanında dünkü çocuk gibi kalır, korkudan da eskidir. Heyelan, sel ve depremlerle doğanın canlılara verdiği zarar neyse de, insanın insana verdiği zararda çıkar ortaya keder. Güçlünün kendinden zayıf olana, yeryüzünü olduğu gibi kabul edip silah kuşanmamış, ordu kurarak sefere çıkmamış savunmasızlara, devletlerin bir türlü egemenliği altına alamadıklarına karşı düzenledikleri sonsuz akınlarla tanıştık kederle. Yoksa suyla gideceğimiz yere kadar gider, bulutla gezmedik yer bırakmaz, yağmurla yine düşerdik evimizin yoluna. Arkamızda katliam, önümüzde sürgünle girdi hayatımıza keder...
Ağırlığı tartılmaz kederin, fotoğrafı da yoktur. Bizim ayaklarımızla yürür kederimiz, bizim gözlerimizle dünyayı görür, bizim kalbimizle acıyı çeker. Alınmış, bilinmeyen zamanlara ertelenmiş bütün sevinçlerimizin üstüne oturmuş işgalcidir keder. İşten eve gelirken yolda bulunmaz keder. Bilerek, isteyerek, örgütleyerek kucağımıza koyulan acılardan yayılır hayatımıza. Keder bu ülkede girdiği evden tedaviyle çıkmayan bir illettir. Diyarbakır’da tankla topla yıkılmış kent; Dört ayaklı minarenin dibinde Tahir Elçi, Roboski’de havadan yeryüzüne inen cehennem, Gezi’de öldürülmüş gençler, Soma’da yerin dibi, Ankara Gar Meydanı'nda sönmeyen çığlıktır keder.
Sofraya her oturduğumuzda ömrümüzü kaşıklatır bize. Bulaşıcı bir hastalık gibi yayılmaması için kimseye göstermeden taşıdığımızdır keder. Kendi başına bir ağırlığı da yoktur kederin, darası alınmış insanda kendini dışa vurmaz, onu yaşayanın hayatına taş gibi ağır oturur. Her hatırlandığında bizi yalnızlaştırarak bir başına bırakan, bizden alınmış sevdiklerimizden/arkadaşlarımızdan bize kalmış bir parçadır. Gidildiğinde dönülmeyen yol, hayatımızdan çıkınca bir daha bulunmayan beden, susunca bir daha duyulmayan ses kederin eseridir.
Keder, acının düştüğü aile ve ülkede isyanın sınırlarına gidip gelerek o acıyı kendi içinde taşınır hale getirmesidir. Kendi halinde akan hayatın içinden sevinçlerin ayıklanması, mutsuzluk ve çaresizliğin bütün bir topluma dayatılmasıdır. Durup dururken kendiliğinden olmaz bu teslim alınma hali. Devleti elinde tutan zümre ve sınıflar bunu tasarlayarak hayata geçirirler. Yakın tarihimizde direnişle başını alıp devrime giden bir kuşak olarak benim kederim, hepimizin birden buna seyirci kılınmasıdır.
Üzüntülerimizde tüm renkleri içinde taşıyan bir parça gridir keder, bu bir insanlık hali. Hüzünlerimiz zaten siyaha ev sahibi. Kapıları bir bir çalıp kimseye hatırlatmıyoruz, o bizi istediği zaman uyandıran içimizde acıya kurulmuş bir saattir. Uyuduğumuz yatakta bir türlü yeşertemediğimiz rüya, üstümüzdeki yorganın yorgunluğu, başımızı koyduğumuz yastıkta kaçırılmış uykudur keder.
Her ağacın çocuğunu büyütmek isteyen bir anne gibi gölgesinin başında durması kadar doğal, bir şehirden diğerine giderken uğurlayan ve karşılayanı olan, hiç eksilmeden, hiçbir şeyin sökülüp alınmadığı, hiç kimsenin bir diğerinden ayıklanmadığı sıradan bir hayattır istediğimiz, eşit ve özgür.