Kelime değil anlamdır esas olan

1933-45 Nazi dönemi ile Arendt, Camus, Orwell ve Klemperer bu aralar çok sık gündeme geliyor. Mesele tarih ya da edebiyat değil. En önemli boyut DİL.

 

Kasırga gibi çöküyor dünyanın üstüne kargaşa

Kanla kararmış bir deniz sanki her yer

Masumiyetin kutsal hamleleri boğuluyor

28 Ocak 1939’da ayrımızdan ayrılan

İrlandalı şair William Butler Yeats

 

Meslekdaş sohbetlerinde, okuduğum gazete, dergi ve kitaplar ile izlediğim film ya da televizyon belgesellerinde bir süredir karşıma en sık çıkan dört yazar ile bir tema önemli.

Tema, 1933-45 Nazi dönemi. Özellikle de Auschwitz toplama kampının Sovyet Kızıl Ordusu tarafından kurtarılmasının 75. yıldönümü nedeniyle, faşizm, otoritarizm ve totalitarizm yeniden gündeme geliyor. Auschwitz’den sağ kurtulabilenlerin tanıklıkları ve anlattıkları çok önemli. Mesela ölüm kampından sağ çıkabilen Marian Turski diyor ki: "Auschwitz gökten zembille inmedi. Bizim başımıza gelenler küçük adımlarla önceden hazırlandı. Ve sonunda olan oldu. Bu da, böyle bir felaketin bir daha olabileceği anlamına geliyor. Böyle bir felaketin herhangi bir zamanda dünyanın herhangi bir yerinde yeniden yaşanabileceği anlamına geliyor."

Bu açıklamadan da anlıyoruz ki tarih sadece ve hatta esas olarak geçmiş değildir. Tarih belki de daha çok bugün ve gelecek açısından önemli. Trump, Putin, Erdoğan, Bolsonaro, Duterte, Johnson 2020’de iktidarda olunca, 1933-45 dönemi geliyor akıllara.

Ölümünden 70 yıl sonra bile güncelliği her geçen gün daha çok ön plana çıkan yazarlardan biri George Orwell. (1903-1950) Çünkü gazeteci Adrien Jaulmes’in "George Orwell’in İzinde" başlıklı son kitabında saptadığı üzere, 1984 romanı, ilk yayınlandığında sanıldığı gibi sadece Sovyetler Birliğini anlatmıyordu. Büyük ölçüde çağımızı, baskıcı, totaliter devletleri, istibdat altında inleyen toplumları öngörüyordu. Çin’de mesela bugün yüzbinlerce kamera ile donatılmış kamu alanlarında yüz tanıma özelliği olan objektiflerle yurttaşlara, ana okulu öğrencisi gibi not veriliyor. Bütün bir nüfus gözetim ve denetim altında. Hele Uygurların başına gelenleri düşünürseniz… Çin tipi Auschwitz!

Orwell ile Eton’daki hocası Huxley arasındaki tartışma da yeniden alevlendi: İktidarın zor kullanarak halkı baskı altında tutması mı tayin edici yoksa halkı gönüllü kulluğa teşvik eden sistem mi? Durum, ülkeden ülkeye değişiklik gösterse de her iki tezin de zaman zaman doğrulandığını yaşıyoruz. Kimi zaman çelişkili bazen de uyumlu bir şekilde.

Gündeme gelen diğer iki yazar Hannah Arendt (1906-1975) ile Albert Camus. (1913-1960) Arendt’in totalitarizm üzerine tez ve öngörüleri bugün ABD dahil bir çok eski demokratik ülkede uygulanmaya başladı bile. Camus de sadece ölümünün 60. yıldönümü nedeniyle değil, bağımsız ve özgür aydın kimliği ile hümanist yaklaşımlarıyla sevgi ve saygıyla anılıyor bu aralar. "Bir nesneyi kötü/yanlış bir şekilde adlandırmak dünyanın mutsuzluğuna katkı yapmaktır" demişti. Kelime ile anlamı arasındaki ilişkiler üzerinde çok durmuştu Camus. Magritte ve Foucault’yla belki de aynı dönemde.

Dördüncü yazarı da analım: Victor Klemperer. (1881-1960) O da bir filolog olarak Nazi döneminin söylemini ayıklayan, tahlil eden bir bilim insanı.

Dört yazar da doğrudan ya da dolaylı bir şekilde kelime ile anlam arasındaki ilişkilere dikkat çekmişti. Mesela Camus, 1944’de Combat gazetesinin yönetimine geçtikten sonra çok sayıda başyazıyı bu konuya ayırdı. Diyordu ki: "Bir ülke diliyle tanımlanır. Bu nedenle yeni bir sözlük yaratmamız lazım. Çünkü Nazizm ve işbirlikçileri kelimelerin ırzına geçti ve yalanı egemen kılmaya çalıştı. Yeni bir dil yaratma sorumluluğu da basınındır."

Dört yazardan ikisinin (Camus ve Orwell) uzun süre profesyonel gazeteci olarak çalıştıklarını hatırlayalım. Arendt de Amerikan New Yorker dergisinin görevlendirmesiyle 1963 yılında İsrail’e gidip Nazi subayı Adolf Eichmann’ın duruşmalarını uzman bir muhabir gözüyle izleyip aktarmış, bilahare bu haber ve yorumlarını kitaplaştırmış bir aydın.

Orwell ile Klemperer’in de ortak bir yanı var: Orwell 1984 romanında, diktatörlüğün icat ettiği "novlangue"ı (Yeni Dil/Söylem- Newspeak ve hatta Néoparler) tahlil ederken, Klemperer daha somut bir şekilde tedavülde dolaşan Nazi söylemini irdeleyip şifrelerini çözmüştü.

Orwell de Arendt de yazıyor: Hep aynı kelime ve cümleleri sürekli tekrar ederek, dili fakirleştirerek, günlük kullanımdaki kelime sayısını azaltarak, kavramlar da (Konseptler de) azalıyor bu yüzden insanların eleştirel düşünceye hatta kısaca düşünceye ulaşmasını engelliyor faşist yönetimler. Nüanslar kayboluyor, kalıplar bas bas bağırıyor. İktidar, propaganda mekanizmasıyla basit talimatları dogmalar halinde piyasaya sürüyor, kutuplaştırılmış ve düşünen insanların azınlıkta bırakıldığı toplumda.

Dört yazarın temel çalışmaları, Nazizmin yükselişi, iktidara gelişi ve kıyımlara başlamasıyla ilgili. Dört aydının faşizme karşı bilimsel, edebi direnişlerinin tezahürü.

Aslında çok geniş ve derin bir konuya girdiğimin farkındayım. Bu karmaşık ve zengin siyasi-ideolojik-kültürel nebulada, benim dikkatimi çeken, gazetecilikle ilişkili olan boyut, dil meselesi. İktidar, egemenliğini kurmak ve sürdürmek için nasıl bir dil, ne tür bir söylem kullanıyor/geliştiriyor? Kitleleri yanına çekmek için hangi temaları nasıl ifade ediyor? Hangi kelime, deyim ve kavramları nasıl tahrif edip kendi lehine çevirebiliyor? Yalan önermeler nasıl kuruluyor kelimelerle?

Bu dil, medya yani resmi açıklamalarla nasıl yaygınlaştırılıyor ve meşrulaştırılıyor? Kısacası iktidar dili ne menem bir dildir?

En basitinden şu meşhur "Yerli ve Milli" ibaresi, TOGG otomobilinin neredeyse tüm aksamının yabancı olmasının bizzat TOGG yetkilileri tarafından açıklanmasıyla aslında çöktü. Ama muhalefetin bunu henüz doğru dürüst değerlendirdiğini göremedim. Çünkü resmi muhalefetin kendisi de az çok "Yerli ve Milli" olması nedeniyle bu alanda başarılı bir çıkış yapması zaten pek beklenmiyor.

Keza, Türk resmi söyleminde, Kuzey Suriye’de PYD’nin, Türkiye’de de PKK’nin doğal ve otomatik olarak "bölücü terörist" olarak nitelendirilmesi şimdiye kadar ciddi eleştirel bir süzgeçten geçirilmedi. Belçika Yargıtay’ı hariç.

Türkiye’de mevcut iktidarın söyleminde ağırlık kazanan dini deyim, ibare ve göndermeler konusunda da tutum almak gerekir. Bu konu sadece teknik bir filoloji ya da semiyoloji sorunu değil, siyasi-ideolojik bir mesele. Yani laikliğin savunulması meselesi. Laikliği, Atatürk’ü put düzeyine çıkarıp mı savunacağız yoksa laikliği demokrasi ve özgürlüğün ayrılmaz bir parçası olarak değerlendirip mi ele alacağız? Laikliği hangi söylemle, hangi dille savunacağız? Benim anneannem de başörtülü… örneği geçerli ve yararlı mı?

"17. Büyük ekonomi", "Dünya lideri", "Bölgesel Güç" gibi safsatadan ibaret deyimleri çırılçıplak soymak, sonra da donarak yok olmasını sağlamak lazım. Bu konuda Teun Van Dijk’ın çalışmaları bize esin verebilir, yol gösterebilir.

İktidarın, Osmanlı güzellemeleri, Abdülhamid methiyeleri, fetihçi ve mezhepçi yayınlarıyla TOKİ reklamlarını da çözmeli, açığa çıkartmalı ilgili ve yetkili kişiler.

İktidarın dilini/söylemini yakından izlemek şart. Hali hazırda kullandığı dil/söylemin yanı sıra hem hiç kullanmadığı hem de bir süre önce kullandığı ama daha sonra terk ettiği kelime, ibare ve kavramları da takip etmek lazım. Mesela Saray ve AKP, 2002’den 2019’a kadar temel leitmotif olarak "Milli İrade"yi diline pelesenk etmişti. Yaptığı her şeyi, geliştirdiği her politikayı "Milli İrade" adına meşrulaştırıyordu. 2019 yerel seçim yenilgilerinin ardından iktidar sözcüleri "Milli İrade" kavramını sözlüklerinden çıkarmak zorunda kaldı. Çünkü artık somut gerçek, yani seçim sonuçları, iktidarın "Milli İrade"yi temsil etmediğini tescil etmişti.

Kelime sonuç olarak bir tezahürdür, bir çıktıdır. Anlam ise onun altyapısı. Ve anlamla gerçek çeliştiğinde, onu ifade eden kelime de yapay yani anlamsız kalıyor.

Dolayısıyla önce iktidarın dilini çözmek (Deconstruction) lazım, kullandığı kelimeleri hangi anlamlara çektiğine bakmak gerek. Bu tahrifatları, gerekçeleriyle birlikte akıllı ve mantıklı yani bir somut bir şekilde teşhir etmek, bütün dilbilimcilerin, konuşan yazan herkesin, aydınların, siyasetçilerin ve gazetecilerin görevi. Yetmez…Tıpkı Camus’nün yeni bir sözlük önermesi gibi, başta bilim insanları, aydınlar, muhalifler, yazarlar ve gazeteciler de gerçek anlamı ifade eden kelime ve deyimlerin gerek yaratılmasında gerek kullanılmasında öncülük yapsalar ne iyi olur değil mi?

Yeats’le başlamıştık, Léo Ferré’nin 1970 yapımı Le Chien (Köpek) şarkısından birkaç dizeyle bitirelim:

(…)

Ve insanların kafalarına fırlatacağız kelimeleri

Baldırı çıplak

Korunmasız kelimeleri

(…)

Eski kelimelerin aklını gebertmek lazım

Tamamen nispi, eğri büğrü senin istediğin kelimelerle

(…)

Sizin hiç önleyemeyeceğiniz bir dilden yanayız

Biz köpeğiz

Köpekler yanlarında biri olduğunu hissedince rahatsız olur

Onları rahat bırakmamız lazım

Biz köpeklerin rahatını istiyoruz

(…)

Kelimeler evet kelimeler Yeni Dünya gibi kelimeler

Nehrin öbür tarafından gelen kelimeler

Uyuyan köpeğim gibi sakin kelimeler

Parlak dudaklı kelimeler ki yıldızlı kelimeler sözlüğünden çıkmışlar

 

İyi bir muhalif olabilmek için iyi ve doğru bir muhalefet diline/söylemine ihtiyacımız var.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ragıp Duran Arşivi