Süreyya Karacabey

Süreyya Karacabey

Kent ve sanat

Özgürlükleri yasaklarla iptal eden, yaşam hakkını tanımayan, canlı merkezli olmayan siyasete karşı, kendini demokrat olarak tanımlayan belediyelerden, sanatçılar, kent sakinleri ve sokaktaki hayvanlar için alternatif bir tutum beklemek hakkımız.

Ortaçağda nüfusun bir bölümü derebeylerin topraklarından uzakta yeni bir düzen kurmaya başladığında, ilk kentler de oluşmaya başlar. Kilisede, bazı duaların canlandırılmasıyla “yeniden doğan” , zamanla kilise bahçesine çıkan, sonra da özel zamanlarda başka yerlerde oynanmaya başlayan tiyatro gösterilerinin sorumluluğunu, kentlerdeki loncalar üstlenir. Kentin idaresi görev dağılımı yapıyor, gösterileri yönetecek birini tutuyor ve etkileyici tiyatro gösterileri için masraftan kaçınmıyordu. Ortaçağ tiyatrosu hakkındaki araştırmalar, geriye çok fazla metin bırakmamış olsa da, kentlerle birlikte gelişen bu gösterilerin, görsel açıdan çok çarpıcı olduğunu, seyirciyi etkilemek için yeni özel efektlerin geliştirildiğini anlatır. Bir anlamda Avrupa tiyatrosunun yeniden doğmasını sağlayan belediyeler olmuştur, şimdi belediye dediğimiz yerel yönetimlerin atası olan kurumlar.

Tiyatro gösterileri için ayrılmış zamanların yarattığı etki, giderek kentler için bir itibar konusu haline gelecektir. Çevre yerleşim yerlerinden seyircilerin geldiği büyük gösteriler hayal edelim. Sanatın kamusal olanla ilişkisinin belki de en çarpıcı örneklerini sunan Ortaçağ tiyatrosu, sonraki yüzyıllardaki sanatçılar için seyirciyle kurduğu ilişki açısından ya da gezici arabalarla kentin çeşitli noktalarında oynadıkları oyunların yansıttığı bütünlüklü dünya fikrinin çekiciliği bakımından bir ilham kaynağı olmuştur. Kent ve tiyatro birbiriyle hep sıkı bir ilişki içindedir.

Kent tiyatroları pek çok ülkede, zengin repertuvarlara sahiptir. Ama daha önemlisi, yeni bir kamusallığı tartışan dünyada, sanat aracılığıyla yaratılacak özel alan fikri, kent ve sanat arasındaki ilişkileri daha da derinleştirmiş, farklı disiplinlerden insanları biraraya getiren projeler, katılımı esas alan yeni yurttaşlık biçiminin de geliştirilebilmesi için bir fırsat olarak görülmüştür. Şehir plancılarının, mimarların, sosyolog, etnograf ve tiyatrocuların birlikte çalıştığı bu projelerin merkezinde yurttaşı oldukları kentler durur.

Bunlarla ilgilenmek merkezi yönetimin değil belediyelerin işidir. Bütün bir kenti sanat alanına çeviren çalışmalar, kentin tarihini orada yaşayanlara tanıtmak için yapılan çalışmalar sanatsal yaratıcılığın gücünü kavramış ve elbette azcık da “aklı olan” yerel yönetimlerin yol açıcılığıyla olmaktadır. “Sosyal olarak bütünleştirici şehir” gibi düşüncelerden yola çıkan yerel yönetimler, çözümlerin işlevsel olması yerine yaratıcı olması için sanatçılarla ortaklık yapmaktalar.

Çünkü daha demokratik bir yaşam bilinci için bir ortaklık kurmak gereklidir, örneğin

mahallelerde çalışan sanatçılar, kent geliştirme kararlarının hayata geçebilmesi için bir çeşit yarı-arabulucu görevi üstlenmekte, aynı zamanda da kentten beklentilerin dile getirilme biçimleri için yurttaşlara yardım etmektedirler. Bu ise -kente benzeyen- bir kentte yaşayanların, sorumluluğu paylaşması olduğu kadar, yaşadığı yere sahip çıkma bilincini ve kendini ifade etme yollarını geliştirmesi anlamına da gelmektedir.

Yerel yönetimler, özellikle merkezi yönetimin daha baskıcı olduğu zamanlarda, kent sakinleri için nefes kanalları açabilir. Ülkeye, siyaset biçiminden dolayı aitlik duygusu zayıflamış insanları, kent yoluyla yeniden siyasal alana katabilir; bunu yaparken de merkezi yönetimin baskıcı yöntemlerinin dışına çıkarak, demokratik bir ortak yaşamın mücadelesini verebilir. Bunun örnekleri hiç az değildir.

Yaratıcı insanların yetenekleriyle işbirliği yapmadığınızda, işbirliğini sadece ihaleler aracılığıyla işadamlarıyla yaptığınızda sonuç, bizim yaşadığımız türden kentleri doğurur. Yerel yönetimin asal görevi, birlikte yaşadığı insanların ihtiyaçlarına duyarlı olması ve onları, kentin gönüllü paydaşı haline getirmeleridir. Kapalı salonlarda seçilmiş olduğunu iki gün sonra unutup, kendini kral sananların, aralarında aldıkları kararları bildirmek ve içinde oturanlara sormadan semtin çehresini değiştirmek değildir görevleri.

Biz gelişmiş ülkelerin kentlerindeki belediyelerin, sanat aracılığıyla yaptıkları işleri okuyup hevesle izlerken, bizim belediyelerin zabıtaları, sokaklarda sanatçı kovalıyor. Onlar kovalamazsa valilik tarafından cezayla korkutuluyorlar. Düşünsenize, sokağın bir köşesinde müzik yaptığınız için ya da bir yerde canlı heykel olarak durduğunuz için, kovalanıyorsunuz.

Biz yabancı belediyelerin sanatlara açtıkları sokakların güzelliğine bakarken, kenti gösteri alanına çeviren performans, aksiyon sanatçılarına bakarken ve siyasetbilimciler bunlarla ilgili tezler yazarken, bizim belediyelerden biri (Tarsus) göreve gelince, ilk icraat olarak şehrin tiyatrosunu kapatıyor. Tasarruf tedbirleri diye açıklıyorlar gerekçesini. Tasarruf gerekçesiyle evlerin sularını nasıl kesemezseniz, şehrin tiyatrosunu da kapatamazsınız, çünkü tiyatro, bir fazla değil, bir ihtiyaç. Hatta zorunlu ihtiyaç.

Biz sokaklarında özgürce yürüyebileceğimiz ve o sokaklarda sanatçılara yer gösteren belediyeler istiyoruz. Yaşadığımız yerlerde, neyin hizmet olup olmadığına biz karar vermek istiyoruz.

Bütün özgürlükleri yasaklarla iptal eden, yaşam hakkını tanımayan, asla canlı merkezli olmayan bir siyasete karşı, kendini demokrat olarak tanımlayan belediyelerden, sanatçılar, kent sakinleri ve sokakta yaşayan hayvanlar için alternatif bir tutum geliştirmelerini beklemenin hak olduğunu düşünüyoruz.

Şimdi bir felakete dönen sokak hayvanları meselesinin, çok önceden alınacak tedbirlerle, -kısırlaştırma, aşılama- çözülebileceğini herkes biliyordu. İnşaatlara, anlamadığımız başka işlere ayrılan ödeneklerin bir bölümü bu işe ayrılmış olsaydı ve hayvanlar için çalışan dernekler, aktivistler vb. çözüm için plana dahil edilseydi, her şey çok farklı olabilirdi ve bir katliamı yasalaştırmaya çalışanlarla uğraşmazdık. İnsan, hayvan, ağaç, bir farkı yok aslında, hepsine de yasalarla ayar verilebilen nesneler gibi bakılıyor.

Yaşadığımız ülkede bütün kararlar bize rağmen alınıyor, bağırsak da, protesto etsek de bildiğini okuyan hükümet, kendini hepimizin ve her şeyin sahibi sanıyor. Bize rağmen çıkarılıyor yasalar, bize rağmen kesiliyor ağaçlar, bize rağmen hes'ler, tokiler.

Diyoruz ki bırakın yaşadığımız kentte kendimizi evimizde hissedelim. Sokaklarından herkesi kovduğunuz yere, özel mülk deniliyor, kent değil.


Süreyya Karacabey:: Süreyya Karacabey Adana'da doğdu. 1992'de Ankara Üniversitesi DTCF Tiyatro Bölümü'nden mezun oldu. Yüksek Lisans ve doktorasını aynı bölümde yaptı. Dramatik, Yazarlık, Epik Tiyatro, Geleneksel Türk Tiyatrosu, Ortaçağ Tiyatrosu, Radyo Oyunu Yazarlığı derslerini yürüttü. 2010 yılında doçent ünvanını aldı.2017 yılına kadar çalıştığı bölümden 6 Ocak 2017 KHK'sıyla atıldı. Modern Sonrası Tiyatro ve Heiner Müller, Brecht'ten Sonra ve Gündelik Hayata Direnmek başlıklı kitapları ve çeşitli dergilerde yayınlanmış yazıları vardır.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Süreyya Karacabey Arşivi