Ceren Gündoğan
Kızıl Gökyüzü
"Eğer bir yerde kitapları yakıyorlarsa, orada eninde sonunda insanları da yakacaklardır."
Henrich Heiner, 1821
Christian Petzold’ün Berlin Film Festivali’nde Büyük Ödül’ü alan son filmi Roter Himmel / Kızıl Gökyüzü Türkiye seyircisiyle buluştu.
Thomas Schubert (Leon), Paula Beer (Nadja), Langston Uibel (Felix), Enno Trebs (Devid) ve Matthias Brandt’li (Helmut) kadrosuyla film denize yakın, orman içinde bir yazlık evde buluşturuyor tüm karakterleri. Sosyal ilişkilerin sosyal ağa dönüşmesinin bir örneği olarak birbirini hiç tanımayan insanların farklı nedenlerden bir araya gelmesiyle, sosyal gruba uyumlananların neşesi kadar uyumlanamayanın hırçınlıklarını da gösteriyor.
İkinci romanını çalışmak için arkadaşı Felix’le birlikte onun ailesinin yazlık evine gelen Leon’u doğa, organik kır yaşantısında sivrisinek sorunsalı gibi sürprizlerle karşılar.
DÜŞÜNCELERDE YAŞAMAK
Tatil evine geldiklerinde Felix’in annesinin bir arkadaşını eve yerleşmiş bulurlar. Nadja ile zorunlu ev arkadaşlıkları başlar böylece. Felix ne kadar hayattan zevk alan, neşeli, nazik biriyse, Leon o derece katı, somurtkan, nazik olmak gibi dertleri olmayan biridir. Romanını çalışmak için uçuşan dosya kâğıtlarıyla, bilgisayarıyla görürüz onu sık sık. Felix’in ve Nadja’nın ısrarlarına rağmen denize bir kere bile girmeyen, her sabah şehirdeki giysilerini giyerek çalışma alanı bellediği çardağa çekilen Leon, düşüncelerinde yaşayıp düşünerek davranmasa, olmak istediği kişinin yolunda duygularını dondurmaya çalışsa da pek bir yol kat edemez.
İkinci romanının Nadja tarafından beğenilmeyişinin açtığı narsistik yaranın Leon’u iyice hırçınlaştırdığı sırada yayıncısı Helmut, romanı birlikte okumak üzere ziyarete gelir.
Karakterlerin yakın geçmiş ve şimdiki zamandaki hallerini onların çocukluğuna dair ipucu veya göstergeler olmadan gösterebilmesi senaryonun önemini vurguluyor. Samuel D. Hunter’ın The Whale adlı tiyatro oyunundan senaryolaştırdığı Darren Aronofsky’nin ödüllü filmi Balina’da da beni etkileyen şey buydu, karakterlerin bugünkü hallerinin nedenlerini çocukluk dönemlerinde şunu şunu yaşadığı için bugün böyle böyle oldu indirgemeci tavrından uzak olmaları... İyi filmin ilk kuralının iyi bir hikâyenin iyi yazılmış bir senaryodan geçmesi olduğunu bir kere daha hatırlattı, Kızıl Gökyüzü…
Felix ve Devid’in sevişme seslerini duyan Leon, aynı odada uyuklayan Nadja’ya “biri Devid, diğeri kim?” derken Nadja onun şaşkınlığına güler. Her ne kadar daha önce Nadja ile Devid birlikte olmuşlarsa da bu onları sevgili sanmak için yeterli değildir belki de. Bu yönüyle filmin Nadja aracılığıyla tepkilerine güldüğü, heteronormatif kişisi Leon oluyor.
AN GELİR
Leon’un diğer üçlünün neşesine katılamayışı, muhteşem şiirsellikteki badminton sahnesindeki küskünlüğü, ilk akşam yemeklerinde Nadja’nın sevgilisi olduğunu zannettiği için muhtemelen kıskandığı Devid’e zorbalığı, kendisinin dışına çıkamayışı…
Bu hırçın genç adama, tatlı Felix gibi “kes artık!” diye bağırma isteği uyandırıyor izleyende. Bu türden iki konuk arasındaki zorbalıklarda ev sahibinin yapması gerektiği gibi… Ne var ki hayat bildiğini okuyor, akışta aksayan her şeyi öyle ya da böyle bir biçimde öğretiyor kişiye. Leon’a da aynısı olmaktadır.
Filmin başından beri bölgedeki yaz yangınları etkisini arttırırken Leon’un ormanda yandığını gördüğü domuz yavrusu ona ölümün olduğunu gösteren/ hatırlatan ilk an olur. İrkiltici kırbacın son darbesi bu olmayacaktır üstelik.
SON TUZLAR
Alman Edebiyatı’nda doktora tezi yazım aşamasındaki Nadja’nın tez konusu Heinrich Heiner’nin şiirleri üzerinedir. Yemek masasında Helmut’la bunun üzerine konuştuklarında Leon’un şimdi de yayıncısı Helmut’u Nadja’dan kıskandığını görürüz. Beğenilmekle ilgili bitimsiz endişeleri olan Leon’un kime nerede neden hasetleneceğini kestiremeyiz. Heiner’nin şiirini okuyarak Helmut’un ilgisini çeken Nadja’ya kızar, neden edebiyat tezi yazdığını söylemediğini sorar ona. “Sormadın ki!” yanıtıyla sanatçının bencil bir genç adam olarak portresi iyice şekillenmiştir artık.
Filmin sonunda yakın geçmişten şimdiki zamana geçeriz. Leon’un duygusal donukluktan acı ve kederle tanışarak yaşamaya geçtiğini, yaşadıklarını yazdığı romanıyla sahici bir yere döndüğünü görürüz. Filmle seyircinin eşitlendiği bir uzam? Belki…
Yaşamdan bir yaz daha, tutkular, mutluluklar, aşk, sevinç, keder, ihtiraslarla geçip gitmiştir. Vücuttaki son tuzlar akıp giderken, kışlar baharlar döngüsü devamdadır. Heiner’nin 1800’lü yıllarda kitaplarının yakılması üzerine söylediği sözü, bir yerlerde birçok canlının yuvası ormanlar yanıyorsa, orada eninde sonunda insanlar da yanacaktır olarak düşünebiliriz.
Ceren Gündoğan: 1983 İstanbul doğumlu. İBBŞT TAL'de ve Akademi İstanbul Tiyatro bölümlerinde oyunculuk, Kocaeli Üniversitesi GSF/ Sahne Sanatları Dramatik Yazarlık bölümlerinde öğrenim gördü. İstanbul Devlet Tiyatroları’nda oyuncu ve reji asistanlığı, Asis Yapım'da proje tasarım asistanlığı ile dizi ve belgesel senaristliği yaptı. İlk romanı Yaralı Rüzgâr, 2022 Mayıs ayında Eksik Parça Yayınları etiketiyle yayınlandı. Artı TV'de Artı Sahne programı sürdürüyor.