kültür endüstrisinde emekçi olmak

toplumla ilgili düşünen okurun yayınevleriyle ilgili tek söyleyeceğinin kitapların fiyatı üzerine olması, o fiyatın ardındaki ekonomi politiği merak bile etmemesi bana şaşırtıcı geliyor.

geçen hafta, çok fazla dikkat çekmeyen bir gelişme oldu.

epsilon yayınevi’nin, 16 mart’tan beri evden çalışan emekçileri, 1 haziran’da ofise çağrılıyor ama salgın koşullarının sürdüğünü göz önüne alarak, evden çalışmaya devam etmek istediklerini yönetime bildiriyorlar. ancak bu teklif mailini atmış olan çok sayıda yayınevi çalışanı bu çarşamba akşamı, kısa bir maille, kendilerine beş hafta ücretsiz izin verildiğini öğreniyor.  

beş hafta ücretsiz izin yani bir aydan fazla ücret almamak, sonrasının da muğlak olması… herkesin zar zor geçinebildiği bu günlerde ücretsiz kalmanın nasıl sonuçlarının olacağını az çok biliyoruz.  ücretsiz izin verilmeyenler yani çalışmayanların da işini yüklenecek olanlar arasından istifa edenler oldu, bunları sosyal medyada okuduk.

her şeyden önce, epsilon çalışanlarını, sorunlarını açıkladıkları için tebrik etmek gerek çünkü sektörde birçok insan tekrar iş bulamama endişesiyle böyle şeyleri açıklamıyor.

oysa yayıncılık, emekçilerin çok zor koşullarda çalıştığı, ağır sömürünün yaşandığı bir sektör. çoğu lisans mezunu olan, çoğu en az bir yabancı dil bilen insanlar 3-5 bin lira arası ücretlerle çalışıyor. sigortaları çoğunlukla asgari ücret üzerinden ödeniyor, özellikle istanbul kitap fuarı öncesindeki aylarda çok yoğun çalışılıyor, mesai ücreti genellikle yok. bilen bilir, özellikle editörlük çok yorucu, ciddi bilgi birikimi gerektiren, çok dikkat isteyen bir iş.

bir de işin serbest çalışanlar kısmı var. çevirmenler birliği, çeviri ve eğer dışardan yapılıyorsa editörlük sözleşmeleri için belli standartlar öneriyor. bunların başında ödemenin en az 2 bin baskı üzerinden hesap edilmesi ve yeni baskılarda da ödeme yapılması geliyor. (çeviri fonu alınarak yapılan ve en başta standardın çok üzerinde bir ödeme alınan kitaplar bunun dışında) yani bir kitap biner adetten 32 baskı yaptıysa çevirmeni de bundan yararlanmalı. zaten kitabın beğenilmesinde çevirmenin de, editörün de büyük payı var. ama birçok yayınevi çevirmene bir kereliğine ödeme yapma yolunu seçiyor. oysa bazı kitaplar –özellikle klasikler– yıllar içinde defalarca yayınlanıyor. bu yönteme başvuran sanmayın ki az kitap basan, imkânları sınırlı olan butik yayınevleri. tam aksine, çoksatanların yayıncıları böyle büyüyor.  yayıncılar, işin yükünü çevirmenlerden grafikerlere çalışanların sırtına yıkarak, esas parayı kazanan dağıtımcılara (birçok dağıtım şirketi satılan her kitabın bedelinin yüzde 50’sini alıyor) karşı mücadele etmeden ayakta kalıyorlar.  

epsilon, çok satan kitaplar basan, uzun yıllardır sektörde olan bir yayınevi. örneğin  game of thrones’u türkçe onlar bastı. salgın koşullarından etkilenmiş olabilir ama bunun bedelini o kitapları üretenler ödememeli.

türkiye’de patronların istihdam ettikleri insanları birer üretim aracı olarak gördüğü ve onlarla ilgili her istedikleri kararı alabildikleri bir ortam olduğunu biliyoruz. ama yayıncılığın da parçası olduğu kültür endüstrisinde biraz daha farklı bir durum var. bu, üzerinde durulmaya değer bir nokta bence.

belli bir eğitimden geçmiş bir insan, bugünün koşullarında eğer emeğine yabancılaştığını hissetmeden çalışmak, ekmeğini kazanmak istiyorsa, önüne üç alan çıkıyor. bunlar sivil toplum kuruluşları, medya ve yayıncılığın da dahil olduğu kültür endüstrisi.

sivil toplum kuruluşları ve medya ayrıca birer yazıya konu olmayı hak ediyor. kültür endüstrisi, festival düzenlemekten müzeciliğe, yayıncılığa kadar uzanan birçok işi kapsıyor. bu alan türkiye’de bir dönem çok genişlemişti, bir yandan ekonomik kriz, bir yandan akp politikalarıyla git gide daralıyor. ve bu alanlardaki çok düşük ücretlere, insanlar sevdikleri bir alanda çalışmak adına razı geliyor. yukarıda da dediğim gibi, emeğine yabancılaştığını hissetmemek için, emeğiyle çıkan ürün sevdiği, gurur duyabileceği bir şey olsun diye…

kitapları seven, yeni kitaplar görmekten, okumaktan heyecan duyan insanlar yayınevlerinde çalışmanın hayalini kuruyor. ve sevdikleri ortam, rahat ettikleri arkadaşlarla çalışabilmek için başka bir alanda alabileceklerinin çok altında ücretlere razı oluyorlar. kendi zamanını yönetmek isteyenler, çevirmenliği tercih ediyor. üniversite öğrencilerinin, cv’lerinde yer alması için, çok ucuza çeviri yapmaya razı olması gibi faktörler bu alanda, hayasız bir sömürüye alan açtı. daha geçen yıl, düzenli çalışarak en az bir buçuk ayda bitecek bir çeviri için asgari ücret önerildi bana.

böyle yapmayan yayınevleri var tabii ama yapanların arasında solcu kitaplar yayınlayanların bulunduğunu da söyleyeyim.

nedense solcu okur da ihtiyaç duyduğu ürünün hangi koşullarda üretildiğini dert etmiyor. ya da şöyle diyeyim, ürün ayakkabı olursa ediyor da, kitap olunca umursamıyor ve böylece kültür endüstrisinin kutsallığı haresini genişletiyor. bu da, bu endüstriye örgütlü ve/veya politik araçlarla, örneğin sendikalarla müdahale edilebilmesi imkânını azaltıyor.

bir kültür ürününün hangi koşullarda, nasıl üretildiği içeriğinden bağımsız bir değer taşımıyor mu? birileri, örneğin bir marksist klasiği, bedavaya yakın bir bedel karşılığında çevirtip, grafiğini hatır için karşılıksız yaptırıyorsa ve bütün bunları organize eden kişi bu insanların hepsinden daha fazla kazanıyorsa, bu sol politikanın, sınıf mücadelesinin alanlarından biridir diye düşünüyorum. 

toplumla ilgili düşünen, itiraz eden okurun yayınevleriyle ilgili tek söyleyeceğinin kitapların fiyatı üzerine olması, o fiyatın ardındaki ekonomi politiği merak bile etmemesi bana şaşırtıcı geliyor. dilerim epsilon emekçilerinin hak arama mücadelesi bunları sorgulamanın da kapısını açar.

Önceki ve Sonraki Yazılar
ayşe düzkan Arşivi