‘Mandalina Bahçeleri’ ve bir düşman yaratmak

Geriye yaşatmanın, öldürmeye onurlu bir itiraz etme biçimi olduğunu savunanlar ve bunun için mücadele edenlerin hikâyeleri kalıyor.

Çocukluğun tekinsiz arkadaşıdır "yabancı". Henüz bir kavrama dönüşmemiş kelimenin içini istediği gibi dolduranların farklı yaklaşımlarıyla en başından son âna kadar herkese eşlik eder. 

Başlangıçtaki yabancı, evin dışındakilerdir. Daha sonra komşunun "maskeli" yüzüdür. Okulda farklı bir dili konuşan öğrencidir. Başka bir ideolojiye yakınlık duyduğu için "cemaati" tarafından dışlanandır. Dini inancına, geleneklerine, kültürel değerlerine sahip çıkarken başkasınınkini küçümseyendir. Yabancı, milyarlarca "yabancıdan" biri olduğunu kabul edemez. Başkalarını yabancı bir türmüş gibi algılama takıntısı, sınırsız bir onaylanma ihtiyacıyla besleniyor çünkü.

Karşı cephede savaşan askerle, hayatın hakiki uzantısında, şefkatli kıyısında arkadaş olabileceği, aynı sofrayı, dili, müziği, rüyayı, şarkıyı, masalı, korkuyu paylaşacağı düşüncesinden uzak durur. Ona öğretilen, yabancı olan her varlığın "düşman" olabilme ihtimalini hiç unutmamasıdır. 

Hayatın kutsallığını küçümseyen güçlerin günlerdir ekranlardan izlettirdiği vahşi savaş görüntüleri arasında kaybolurken, başka türlü bir "çarpışma" ânıyla karşılaştım. Rus tanklarının önünde duran sivil Ukraynalılar, işgale, ölüme izin vermemek için direniyordu. Ellerindeki makineli tüfeklerle donup kalmış askerlere baktım bir süre. 

"Bu savaşa son verin, yeter" diye Rusça yalvaranları anlayıp geri çekilmekle, sebebini tam bilmedikleri bir savaş ve öldürme emri arasında askerlerin sıkıştığı o korkunç yer, direnenlerin çaresiz çığlıkları, savaşın trajedisini yansıtan derin bir çatlak bence. Ortak dili, tarihi, inancı, kültürü yaşatmaya çalışan insanların birbirlerine düşmanlaştırıldığı toplumların "yabancı" korkuları kısmen yapay ve tarihsel bir geçmişi var. 

‘Yabancının halinden anlamak tehlikelidir’

Yabancıya dönüşmenin farklı yönlerini romanlarında vurgulayan Toni Morrison, ötekilik üzerine yaptığı konuşmalarında söylemişti; 

"Yabancı olanın halinden anlamak tehlikelidir çünkü yabancıya dönüşme ihtimalini içinde taşır. Kişinin rengi dolayısıyla elde ettiği statüyü kaybetmesi demek, kabul görmüş ve değer atfedilmiş farklılığını kaybetmesi demektir." 

Morrison’un ırkçılık vurgusu, düşmanlaştırmaya dair sorulması gerekenleri hatırlatıyor; Eğer "kendi kabilemizden" olmayanı dışlama, aciz, yetersiz kılma eğilimimizin çok uzun bir tarihi varsa, düşman yaratmanın, ayrımcılığın nedenlerini anlamak için nereye bakmalı? Morrison’un berrak ifadesi doğru adresi gösteriyor; 

"Tıpkı zenginlik, sınıf ve cinsiyet gibi ırk da insanlar arasında ayırım yaratmak için kullanılagelen bir araç. Bu araçların her biri iktidarla ve kontrolü elde tutma arayışıyla doğrudan ilişkili". Savaşlar da ırk, din, dil, kültürel aidiyet üzerinden sürekli düşman üreterek iktidarı koruma saplantısıyla meşru kılınıyor. 

Hayatı savaş meydanlarında ve askeri akademilerde geçen Prusyalı General von Clausewitz, savaşı politikanın başka araçlarla devamı olarak gördüğünü söylemişti. Bu tespitinin doğruluğu, "büyük" savaş analizlerinden ziyade sıradan hikâyelerde görülüyor. 

Mandalina bahçesinde savaşmak 

İnsanlığın bir düşmana sahip olma ihtiyacını ve bu dürtünün yıkımını anlatan sarsıcı, basit bir hikâye, bazen kavramlarla açıklanması zor kaotik insanlık hallerini çıplak bırakıyor. Yıllar evvel izlediğim ‘Mandalina Bahçesi’ böyle bir filmdi. Bu bir savaş filmi değil. Meselesi savaş da değil aslında, savaşmak zorunda bırakılanların trajedisi.  

Gürcü-Abaz savaşının başlamasıyla (90’lar) yüzyıl evvel bölgeye yerleşen Estonyalılar köylerini terkederek ülkelerine dönüyor. Köyde kalan son iki kişi Ivo ve Margus’un neden dönmek istemediği tam anlaşılmıyor. Geçimlerini mandalina bahçelerinin hasadından sağlayan Margus’un umudu para biriktirip dönmek. O sırada yeni bir savaş planlarını bozuyor. Bahçelerindeki sert bir çatışmada buldukları iki yaralı askere iyileşene kadar evinde bakıyor Ivo. Askerlerden biri Çeçen Ahmed. Diğeri ise Gürcü bir genç Nika. 

Cepheden şefkatli insanların evine taşınan "savaşın" anlamsızlığını sakin bir anlatımla resmetmeyi tercih ediyor Gürcü yönetmen Urushzade. Bir röportajında söylüyordu; "Bu film, her şeyden önce, kendi istek ve kontrolleri dışında gelişen ve onları insanlığından vazgeçmeye zorlayan bir savaşın içinde kalan insanlar hakkında bir hikâyedir."

Sancılı bir meseleyi birbirleriyle dost olma ihtimali olan iki "düşman" üzerinden sakin diyaloglarla anlatıyor film. Paralı bir asker olduğu anlaşılan Çeçen Ahmed’in sürekli "Onu her koşulda öldüreceğim. Bu evde ya da dışarıda" cümlesini tekrar etmesinde, ev sahibi Ivo’nun onu yatıştırmasındaki merhametli sükunette, yaşamanın derin manasını hatırlatan sevecen bir ton vardı. 

O ince sınır

Ivo, "Uyurken mi öldüreceksin Gürcü’yü, bu mu gerçekten senin için kutsal olan" sorusuyla, Ahmed’i sahte bir düşmanlık hissiyle öldürmenin saçmalığı hakkında düşünmeye zorluyordu. Hayatın kıvılcımlı neşesini parlatan mandalina bahçeleriyle kaplı bir toprak parçası için savaşmanın anlamsızlığını izlerken, birinin hayatını kurtarmakla onu yok etme güdüsü arasındaki ince sınırı düşünüyordum. 

O puslu alanda kalan savrulmalarda alınan zor kararlar, insanın kimliğini ve kendisiyle beraber savaştıkları "yabancıların" kaderini de belirliyor. 

Acıların tortusunda, haysiyeti uyandıran utançta ötekinin hisleriyle karşılaşmanın her şeye rağmen iyilikle yıkayan bir yanı var. Ivo’nun söylediği gibi, öldürmeme kararın arkasında durarak hâlâ kendi sözlerine sadık kalabilen insanlar da var çünkü. 

Uzun bir masanın iki ucunda, hayatın sonsuzluğu yanında küçücük kalan küçük bir toprak parçasını korumak için konuşulanlar, bugünkü çaresizliğininin de temsillerinden; 

  • Şu anda Gürcistan’a ait topraklar üzerinde oturuyorsun.
  • Hayır, bir Estonyalının sandalyesinde oturuyorum. Sen Abhazya topraklarındasın. Küçük bir ülkeyi senin gibi yabancılardan koruyorum ben. 
  • Hiç okula gitmediğin anlaşılıyor. Hiçbir şeyi kafan almıyor. Tarih bilmiyorsun. Kitap okumadın mı hiç? 
  • Seni ciddiye almayacağım. Bugün bir Gürcü’yü öldürmeye üşeniyorum. 

Bu diyalogdaki acı ironinin gerisinde, iki askeri düşmanlaştıran dilin kurduğu sağlam ve tekinsiz köprüyü gördüm. Savaş önce "dili" çürütüyor, faşizmi besliyor ama nihayetinde iki insanın yüreğinde gizlenen yaşama arzusunu ve hazzını da uyandırabiliyordu. 

Başka bir akşam evin bahçesinde içerlerken yine dikenli cümleler dolaşıyordu aralarında; 

  • Siz Gürcüler şiş kebap yapmayı bilmiyorsunuz. Diğer pek çok şeyi bilmediğiniz gibi. Mesela nasıl savaşılır bilmiyorsunuz. Siz hep kaybedensiniz. Öldürmeyi de bilmiyorsunuz. 

Ivo bu cümleden sonra bütün savaşların merkezinde durması gereken o ürpertici soruyu sordu Çeçen askere; 

"Sana öldürme hakkını kim veriyor?". Haklılığından emin bir tonla hiç düşünmeden cevap verdi asker: "Savaş!". Her ikisi de birbirlerinin arkadaşlarını öldürdükleri için üzüldüklerini itiraf ediyor ama hayatlarının geri kalanınında çekecekleri acıyı bilmelerine rağmen öldürmeyi kendilerine hak görüyorlardı. Birbirlerinin inancına, kültürüne, yaşayış biçimine saygı duyduklarını söylüyorlardı ama yine de "düşmanı" öldürmeye ant içmişlerdi. Çünkü onlara çocukluktan itibaren ölmenin ve öldürmenin kahramanca bir tavır olduğu öğretilmişti. 

Düşmanı inşa etmek 

Umberto Eco’nun adını kitaba veren ‘Düşman Yaratmak" başlıklı uzun denemesi New York’da Pakistanlı bir taksi şöförünün Eco’ya sorduğu, "İtalyanların düşmanları kimler?" sorusuyla başlıyor. Şöför ısrarla kimin onları öldürdüğünü, onların da kimleri öldürüldüğünü sormuş. Eco, yarım yüzyıldan beri savaşmadıklarını anlatmış. Ama şoför cevaptan hoşnut kalmamış. Taksinden inince şuna karar vermiş; "İtalyanlar kim olduğunu kararlaştırmak için anlaşmaya varacak durumda değiller, çünkü birbirleriyle savaşmakla meşguller." Hiç yabancısı olmadığımız epey tanıdık bir yorum maalesef. 

Eco, düşmanın inşa sürecini tarihten edebiyata, kutsal kitaplardan güncel hikayelere uzanan isabetli örneklerle anlatıyor. Ona göre düşman sahibi olmak, kendi değer sistemimizi ölçebilmek için bir engel edinmek ve o engelle yüzleşirken kendi değerimizi sergilemek açısından önemli. Bizim için doğrudan tehdit oluşturanlar "farklı" insanlar değil, bizi doğrudan tehdit etmemelerine rağmen birilerinin "tehditkâr" olarak uygun buldukları insanlar. Yazısının sonunda o acı hakikati hatırlatıyor; 

"Demek ki düşmansız yapamıyoruz. Düşman figürü uygarlığa özgü süreçlerle bile ortadan kaldıramamıştır. Bu ihtiyaç en uysal ve barış yanlısı insanın bile özünde vardır. Ama böyle durumlarda düşman imgesi insani bir nesneden bizi tehdit eden ve mağlup edilmesi gereken doğal veya toplumsal bir güce aktarılır." 

Düşman inşa etme ihtiyacının, savaşların çok yönlü nedenleri üzerine düşünen, yazan insan, "düşmanını" anlamak, ötekinin farklılığını inkâr etmeden kabullenmek hususunda hâlâ çok ilkel maalesef. Var olduğu ilk dönemden bu yana kendi türüyle, doğayla ve "öteki" varlıklarla savaşmadan duramayan insanlık, belli ki yok olmadan öldürme iştahından kurtulamayacak. Bugüne kadar savaşlarda ölen insanların sayısının 3.5-5 milyar arasında olduğu söyleniyor yani yaşayan dünya nüfusu kadar. 20. yüzyılda savaşlar nedeniyle 110 milyon insan ölürken, 120 milyondan fazla insan yaşadığı yeri terketmek zorunda kalmış. 21. yy’daki savaşlarda ölenlerin yüzde 90’ı sivil. Kıtlıklar, yoksulluk, hastalıklar, travmalar savaşların kalıcı tahribatları. 

Öldürmeyeceksin!

‘Mandalina Bahçeleri’, o savaşın ya da bütün savaşların aslında kimsenin savaşı olmadığı düşüncesini vurguluyor. Birbirlerini öldürme arzusuyla kıvranan askerlerin "ötekini" insani bir dürtüyle korumak ve yaşatmak için ansızın kabuk değiştirebileceğini de hatırlatıyor. İz bırakan konuşmalardan biri ölümün insanları dini, etnik bütün düşmanlıklarından arındırma hakikati üzerineydi. Mezar yağmacılarına, ırkçılara, faşizme, tarihsel zorbalıklara rağmen "düşmanlık" bitmese de bir biçimde bitiyor; 

  • Oğlunun yanına bir Gürcü’yü mü gömdün? 
  • Fark eder mi Ahmed?
  • Hayır, artık fark etmez. 

Herman Hesse’nin ‘Öldürmeyeceksin’ başlıklı denemesi, insanın düşman inşa etme arzusuna, iktidarların vahşi politikalarına rağmen hümanizmin önemini hatırlatır; 

"Haklı olan gelecektir hep, düşüncedir, inançtır; çünkü dünyayı düşle besleyen itici güç yalnızca budur, başkası değil. Ve insanlık düşüncesine hümanizmin budalalığı gözüyle bakanlar, geleceğe yönelik beklentileri edebiyat, insanlıkla ilgili düşünceleri boşboğazlılık sayanlar henüz gorillikten kurtulmamış kişilerdir….Ve geleceğe inanan bizler o eski çağrıyı yineleyeceğiz; "Öldürmeyeceksin! Yeryüzünün bütün yasa kitapları gün gelip cana kıymayı yasaklasa, hatta savaşta öldürmeler de bu yasak kapsamına girse, yine de çağrı susmayacaktır. Çünkü tüm ilerlemelerin, insan olmaya yönelik tüm çabaların temelinde saklı yatan bu çağrıdır." 

Yaşamayı kısacık bir ömürden ibaret sananların düşman yaratma ısrarı, nihayetinde öldürmeye zorladıkları insanlar gibi ölümün karanlık kuyusuna düşüyor. Geriye yaşatmanın, öldürmeye inatçı ve onurlu bir itiraz etme biçimi olduğunu savunanlar ve bunun için mücadele edenlerin hikâyeleri kalıyor. 

Önceki ve Sonraki Yazılar
Esra Yalazan Arşivi