Doğan Özgüden
Marx’tan 170 yıl sonra Belçika’da bir hayalet dolaşıyor…
Daha önce de yazmıştım… Sol düşünceden nasibini almış olup da Brüksel’e yolu düşenlerin uğrak yerlerindendir Grand-Place’taki La Maison du Cygne kahvesi… 1845’ten 1848’e kadar Belçika’da sürgün yaşayan Karl Marx ünlü Komünist Manifesto’yu 1847’de Friedrich Engels’le birlikte bu kuğulu evin meydana bakan masalarında yazmış… 21 Şubat 1848’de ilk kez Almanca yayınlanmış olan manifesto o döneme damgasını vuran bir durum tesbitiyle başlıyor: "Avrupa'da bir hayalet dolaşıyor - Komünizm hayaleti…"
Üzerinden 170 yıl geçtikten sonra Belçika’da yine bir hayalet dolaşıyor… Marksist olduğunu sürekli vurgulayarak son belediye seçimlerinden büyük başarıyla çıkan, özellikle Valon Bölgesi ile Brüksel’in bazı belediyelerinde geleneksel partilerin koalisyon kurmak üzere muhatap almak zorunda kaldıkları Belçika İşçi Partisi (PTB-PvdA).
Bugüne kadar federal parlamentoda olduğu gibi bölge ve belediye meclislerinde farklı farklı koalisyonlar kurarak Belçika’yı yöneten partiler, Sosyalist Parti (PS), liberal Reformcu Hareket (MR), Katolik kökenli Demokrat Hümanist Merkez (cdH), orta yolcu Bağımsız Federalist Demokrat (DèFI), 14 Ekim gecesi gayri memnun oyların büyük ölçüde PTB-PvdA’ya ve de Yeşiller'in partisi Ecolo’ya kaymış olduğunu görerek büyük şok yaşadılar.
Nerdeyse 30 yıla yakın süredir Ecolo’nun Belçika siyasetinde yeni bir güç olarak yükselmesini mecburen sineye çekerek zaman zaman onunla koalisyon yapmış olan partiler için hazmedilmesi asıl zor olan Marksist bir partinin belediye meclislerine güçlü girmesi oldu…
PTB-PvdA’nın aynı zamanda Avrupa başkenti olan Brüksel’deki oy oranı yüzde 11,6’yı, Valon bölgesinin ağır sanayi kuşağındaki en büyük kentlerinden Liège’de yüzde 16,3’ü, Charleroi’da yüzde 15,7’yi buluyor.
Flamanların sosyalist partisi (sp.a), Flaman Liberalleri ve Demokratları (Open VLD), Hristiyan Demokrat Flaman (CD&V) gibi geleneksel partilerin sürekli oy kaybına uğradığı, buna karşılık Flaman milliyetçisi Yeni Flaman İttifakı (N-VA) ve aşırı sağcı Flaman Çıkarı (VB)’nin güçlü olduğu Flaman bölgesinde de PTB/PvdA oylarını Antwerp’de yüzde 8,7’ye, Gent’te de yüzde 7,1’e yükseltmeyi başardı.
Belçika’da sol oyların PTB-PvdA’ya yönelmesinin nedenlerinden biri hiç kuşkusuz Valon ve Brüksel bölgelerinde onyıllardır koalisyon hükümetlerinin en güçlü ortağı olan Sosyalist Parti’nin birbiri ardına skandallarla sarsılması… Partiye mensup yöneticilerin belediyeler tarafından kurulan dev iktisadi işletmelerin yönetimlerinde çoğu kez toplantılara dahi katılmadan hakkıhuzur paralarını cep etmeleri, hatta bazı belediye başkanlarının normal maaşlarının dışında bu kurumlardan kendilerine yüzbinlere varan ekstra ücretler bağlatmış olmaları sol seçmenleri kaçınılmaz olarak bir alternatif aramak zorunda bıraktı.
Ancak bu yükselişin daha önemli nedeni, PTB-PvdA’nın kuruluşundan beri işyerlerinde işçilerle, metropollerin yoksul kesimleriyle son derece dinamik ilişkiler kurmuş olması ve sendikalardaki inkar edilmez etkinliği... Ama bu etkinliğin seçim başarılarına dönüşmesinde en büyük rol hiç kuşkusuz 2009 yılından beri parti sözcülüğünü üstlenen genç Raoul Hedebouw’un karizmatik kişiliği...
PTB-PvdA, ikili adından da anlaşılabileceği gibi, federal bir ülke olan Belçika’nın hem Flaman hem de Frankofon bölgelerinin ikisinde birden örgütlü olan tek siyasal parti. Buna karşılık örneğin sosyalistler, Valon bölgesinde PS, Flaman bölgesinde ise sp.a adı altında birbirinden bağımsız partilerce temsil ediliyor...
PTB-PvdA‘nın kökeni, 60’lı yılların sonunda Flaman milliyetçi direnişinin başını çeken gençlik liderlerinin bir süre sonra sosyal mücadelelere ağırlık vererek kurdukları AMADA (Tüm iktidar işçilere) hareketi... Bu hareket Fransızca konuşan Liège ve Charleroi gibi Valon metropollerinde de 1974’ten itibaren TPO/AMADA adı altında örgütlenmeye başlamıştı.
Belçika Komünist Partisi (PCB)’nin Sovyetler Birliği’ne yakın çizgisine karşı çıkan ve Çin Komünist Partisi’nin çizgisine yakın bir politika benimseyen hareket, 1979 yılında Ludo Martens’in başkanlığında resmen siyasal partiye dönüşerek Belçika İşçi Partisi (PTB-PvdA) adını aldı.
Gerek Türkiye’deki faşizan baskılara karşı verdiğimiz, gerekse Belçika’da göçmenlerin haklarının savunulması için yürüttüğümüz mücadelelerde PCB’den ve Troçkist eğilimli Devrimci Komünistler Birliği (LCR)’den olduğu gibi, PTB-PvdA’dan da hep destek gördük, ilişkilerimiz hep yoldaşça oldu.
Ludo Martens’in parti liderligini bırakarak Laurent Desire Kabila’nın yönetimindeki Kongo’ya yerleşmesinden sonra, 2008 Kongresi’nde seçilen yeni başkan Peter Martens ve parti sözcüsü Raoul Hedebouw yönetiminde PTB-PvdA, Marksist çizgisini korumakla birlikte toplumun sorunlarına daha pragmatik bir şekilde eğilerek ve özellikle de işçi sınıfının grev hareketlerinde ve protesto gösterilerinde fiilen yeralarak bir kitle partisi olmaya yöneldi.
Partinin kök salmasında üye ya da sempatizan hekimlerin oluşturduğu Halk İçin Tıp örgütünün yoksul kesimlere parasız sağlık hizmetleri sunması da büyük rol oynadı.
Sol oyları sürekli kendi tapulu malı gibi gören, Marksist söylemdeki bir partinin kendi seçmenlerini asla çekemeyeceğini zanneden Sosyalist Parti bugünkü sonucun habercisi kamuoyu yoklamalarını da hiçe sayarak PTB-PvdA ile koalisyon yapmayı asla düşünmediğini papağan gibi tekrarlayıp durdu.
PTB-PvdA’nın seçim başarısı ve kendilerinin ciddi oy kaybına uğraması karşısında ilk önce şaşkınlık yaşayan Sosyalist Parti yöneticileri, giderek kendilerinden uzaklaşan sol kamuoyunu ve uzun zamandan beri sol partilerin birlikteliği için baskı yapan sosyalist sendika FGTB’yi tatmin etmek amacıyla birdenbire tavır değiştirdiler. Valon bölgesindeki Charleroi, Liège ve La Louvière, Brüksel bölgesindeki Molenbeek belediyelerinde birlikte iktidar olmak için PTB-PvdA’yı masaya çağırdılar.
Oysa PTB-PvdA Avrupa Birliği’nin ve ABD’nin dayattığı politikaları uygulamaktan vaz geçmediği sürece hiçbir partinin koalisyon ortağı olmayacağını, ister yerel ve bölgesel meclislerde olsun, ister federal parlamentoda olsun, bu politikalara karşı ardıcıl mücadele sürdüreceğini söylüyordu.
Üstelik Sosyalist Parti ile kurduğu iktidar ortaklığının bir zamanlar Yeşiller'in Ecolo’sunu nasıl uydu konumuna düşürdüğünü, Sosyalist Parti çevrecilerin oylarını da kendine çekerken yeşil partinin nasıl zaafa uğradığını çok iyi biliyorlardı.
Bu iki nedenle Sosyalist Parti’nin dört belediyede iktidar paylaşımı için masaya oturma çağrısı geldiğinde PTB-PvdA’nın derhal red cevabı vermesi hiç de şaşırtıcı olmazdı.
Ne var ki Marksistlerin belediye seçimlerinde gösterdiği başarının gelecek Mayıs ayında yapılacak federal ve bölgesel parlamento seçimlerinde de daha güçlü şekilde tekrarlanacağından korkan sağ partiler şimdiden, tıpkı aşırı sağcı Flaman partisi VB’ye yapıldığı gibi, PTB-PvdA’ya karşı da cordon sanitaire (güvenlik kuşağı) uygulanması gerektiğini telaffuz etmeye başlamışlardı.
Bu tehditler karşısında güvenlik kuşağını peşinen kırarak geleceğini güvenceye almak için Sosyalist Parti’yle masaya oturmak PTB-PvdA için zorunlu olmuştu. Parti sözcüleri Sosyalist Parti ile görüşmelere belediye hizmetlerinin radikal şekilde yoksul halktan yana yeniden organize edilmesini öngören önerilerle gittiler: çok sayıda kaliteli sosyal konutlar yapılması, kent içi otobüslerde parasız seyahat edilebilmesi, yaşamı iyileştirmek için çevresel tedbirler alınması… Hele hele büyük kentlerde belediye başkanlarının aylıklarının yarıya indirilmesi önerisinin on yıllardır kamu görevleri karşılığında yüksek ücretler almaya alışagelmiş sosyalistler tarafından kabul edilmesi mümkün değildi.
İki parti arasında NATO, AB ve ABD ilişkileri konusundaki temel görüş farklılıkları bu pazarlıkların bir anlaşmayla sonuçlanmasına zaten engeldi, kısa süren görüşmelerden sonra dört belediyede de masalar devrildi… PTB-PvdA muhalefet saflarına geri dönerken, Sosyalist Parti 180 derece çark ederek Molenbeek ve Liège’de derhal sağ kanattaki liberal MR ile koalisyon kurduğunu ilan etti.
Gelecek Mayıs ayında yapılacak parlamento seçimlerinde sol seçmen Marksist PTB-PvdA ile NATO, AB ve ABD’nin güvenilir dostu Sosyalist Parti arasında bir seçim yapmak zorunda kalacak.
14 Ekim yerel seçimlerinin ortaya koyduğu bir başka gerçek de, Valon’lar ve Flaman’lar arasındaki uçurumun siyasal planda daha da büyümüş olması…
Valon bölgesinde ve Brüksel’de Sosyalist Parti her şeye rağmen birinci parti olma ayrıcalığını korur, Marksist PTB-PvdA ile çevreci Ecolo her geçen gün daha da güçlenirken, Flaman bölgesindeki Sosyalist Parti giderek marjinalleşmekte, buna karşılık milliyetçi N-VA ve aşırı sağcı VB örneğin bölgenin en büyük kenti Antwerp’de birlikte oyların yüzde 45’ini alabilmekte…
N-VA’nın şimdiki federatif yapıya son verilerek Belçika’yı konfederal bir devlete dönüştürme, cumhuriyete geçilemese bile krallığı da sadece folklorik bir kalıntı halinde sürdürme projesi dört yıldır pratik nedenlerle askıya alınmış olsa bile, 2019 seçimlerinin sonucuna göre yeniden gündeme gelebilir.
Kraliyet kurumu zaten yıllardır ardarda yaşanan bazı skandallardan dolayı hayli sarsılmış durumda... Devlet bütçesinden ödeneklerle lüks bir yaşam süren Prens Laurent’ın adı ardarda bazı skandallara karışırken, tam da bugünkü seçim sonrası gergin ortamda sabık Kral Albert II’nin evlilik dışı ilişkisinden doğan Delphine Boël’in kendisini evladı olarak tanımayı reddeden babasına karşı açtığı davanın yeni aşaması Kraliyet’in itibarını iyice sarsmış durumda. Belçika Yüksek Mahkemesi Boël’in kendi tabii kızı olup olmadığına karar verebilmek için Albert II’yi en geç üç ay içinde DNA testi yaptırmaya mecbur tutmuş bulunuyor.
Skandallar bitmiyor…
Belçika futbol aleminde patlak veren büyük yolsuzluk skandalı… Derken, Belçika Hava Kuvvetleri’nin savaş uçaklarının yenilenmesinde Avrupa yapımı uçakların değil de ABD yapısı F-35’lerin seçilmiş olmasının yarattığı büyük çalkantılar…
Hele hele, Türkiye’de Kaşıkçı’nın Suudi Başkonsolosluğu’nda katledilmesine rağmen Belçika’nın Suudi Arabistan’a silah satışını hâlâ durdurmamış olması da bir başka baş ağrısı…
Belçika Mayıs 2019 seçimlerine işte bu skandallar ve çalkantılarla gidiyor.
Başta "Marx’tan 170 yıl sonra Belçika’da bir hayalet dolaşıyor…" demiştim…
Görünüş o ki gelecek seçimde o hayaletin daha bir ete kemiğe bürünerek Belçika siyasetine ağırlık koyması hiç de şaşırtıcı olmayacak.