Mecburi istikamet: Kürtlerle birlikte demokrasiyi inşa etmek - 10

Türkiye bu kadar savrulmadan ülke içindeki Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini karşılayıp barışı sağlasaydı kendi modelini komşu ülkelere örnek gösterebilir bölgeyi de istikrarlı hale getirme inisiyatifini ele geçirmiş olurdu.

“Krizler, sarsıntılar, hastalıklar tesadüfen ortaya çıkmaz. Bir gidişatı düzeltmemiz, yeni yönelimler keşfetmemiz, başka bir yaşam yolunu deneyimlememiz için gösterge görevi görürler.”

Carl Gustav Jung

Yazı dizimin onuncusuna geldiğimde, 1923 yılından bugüne kadar 101 yıldan beri toplum olamamış, topluluklardan, cemaatlerden oluşan bir ülkeden söz ettiğimin anlaşıldığını sanıyorum.

İmparatorluğun çoklu yapısından cumhuriyete geçilirken tekçi ideolojiyle Türklük üzerinden bir ulus kurgulanmaya çalışıldı. Artık tek etnik kimlik, tek din, tek mezhep, tek dil ve tek kültür var olacaktı. Tek tipleştirmenin ve modernleştirmenin baskı ve şiddet kullanmadan uygulanması ise imkansızdı.

Cumhuriyet halkın iradesini seçim sandığına yansıttığı temsili bir rejim getirdi. Ancak halkın egemenliği her kesimiyle adaletli bir şekilde parlamentoya yansımadı.

Ama daha da önemlisi gerçek bir cumhuriyetin temeli olan eşit yurttaş gerçekleşmedi. Devletin kurucu sahibi asker bürokrasi koşulların sonucu olarak bir ulus yaratmak istedi. Ancak rejim; kozmopolit, çoklu bir imparatorluk bakiyesiyle tekçi, ötekileştirici, dayatmacı bir zihniyet üzerinden inşa edildi. Bu anlayışın başkalaştırıcı ve yabancılaştırıcı etkisi nedeniyle cumhuriyetle de bağdaşır bir yanı yoktu.

Burada küçük bir parantez açıp Kürtler dışında kalanların da mağduriyetlerine değinmek gerekir. Şiddet ve baskı politikaları sadece Kürtlere uygulanmadı. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler, Süryaniler, Ezidiler, Nasturiler hem etnik kimlik hem de dini inanç bakımından "başkası”ydılar. O halde bu toplulukların imha edilmesi, baskıyla ülkeden kaçmalarının sağlanması, mallarına el konulması gerekiyordu.

Alevilerin inançları ise Müslümanlığın Sünniliği içinde eritilmeliydi. Bunun için de asimilasyona tabi tutularak ibadet yerleri kapatıldı. Müslümanlar da inançlarını laiklik ilkesine aykırı olarak kurulan Diyanet İslamı kapsamında yaşayacaklardı.

Laiklik ilkesinin bir yüzü dinin devlet işlerine müdahale etmemesi, diğer yüzü de devletin din işlerine karışmamasıyken, devlet kurumu olarak kurulan Diyanet İşleri Başkanlığı dini devletin denetimi altına alıp, onu siyasi iktidarın bir aracı haline getirerek yozlaştırıyordu.

Kürtlerin çoğunluğunun Sünni Müslüman olması işi kolaylaştırırken, sorun teşkil eden etnik kimlik meselesi de Kürt kimliği ve dili inkar edilerek, baskı ve şiddete dayalı bir asimilasyonla çözülmek istenecekti. Alevi olan Kürtlerin işi daha zordu. Hele Kürt-Alevi kadınların durumu daha da vahimdi. Parantezi burada kapatayım.

Ortadoğu’nun en kadim halklarından birisi olan ve Türklerle kader birliği ve duygu ortaklığı yaşamış olan Kürtlerin Cumhuriyet kurulurken kandırılmış olmalarının ötesinde, gayriinsani uygulamalarla inkara, imhaya, tenkil ve tehcire tabi tutulduğunu bilmek gerekir.

1919-1938 yılları arasındaki 19 yıllık sürede defalarca kalkışılan silahlı başkaldırılar bunun bir neticesidir. Çok partili siyasi hayata geçildikten sonra da bu politikalarda bir değişiklik olmamıştır. 1980-1983 arası özellikle Diyarbakır Cezaevi ve gözaltı merkezlerinde yaşananlar artık herkes tarafından biliniyor.

Sadece yakın geçmişi analiz etsek bile, baskı ve şiddet siyasetinin nasıl bir çıkmaz sokak olduğu ve sürdürülemez bir duruma geldiği tüm açıklığıyla ortada. 12 Eylül askeri yönetimi Kürt sorununun hiçbir boyutunun farkına varamadı, olaya sadece askeri baskı, 90 günlük gözaltı süresi ve işkence yöntemiyle yaklaştı, yarayı derinleştirdi.

12 Eylül 1980'den önce sıkıyönetim olmasına rağmen silahlı örgütlerin insafına ve kucağına bırakılan bölge halkı darbeden sonra faturanın kendisine çıkarıldığını gördü. PKK ile bölge halkı arasındaki zora ve çaresizliğe dayalı ilişki halkın üzerine şiddetle gidilerek kesilmeye çalışıldı.

Bu dönemde insan yaşamı, onuru, özgürlüğü ayaklar altına alındı. İnsani, sosyal ve ekonomik bedeller ödendi. Bu kayıplar karşılığı sağlanan yapay sessizlik 1984 yılından sonra tekrar bozulmaya başladı, PKK üye sayısını birkaç misli artırarak bölgedeki kontrolü tekrar ele geçirdi.

Ülkeyi yönetenler, Kürt sorununun teşhis ve çözümünde Kürt halkını temsil eden ve terörü dışlayan aydınları ve önderleri muhatap alacak yerde TSK'yi bu kez daha büyük bir güçle bölgeye sevk ettiler. Üstelik bu kez koruculuk, Özel Tim ve JİTEM uygulamaları ve OHAL koşulları ile bölge hukuksuzluğun akıl ve vicdan dışılığın girdabına sokuldu.

Daha önce ödenen bedelden daha büyük bir bedel ödeme dönemine gelindi. Kayıplar, faili meçhul cinayetler, kurumsallaşmış işkence bölgenin makus talihi olmuştu. Sürekli hak ihlallerine uğrayan ve sonunda zorunlu göçe tabi tutulan, korucu olmadığı için baskıya uğrayan, korucu olduğu zaman ise PKK’ya hedef olan Kürt insanı, çaresizlik içerisinde bilendi. Diğer tarafta ölen, öldüren Türk ve Kürt gençleri, yaşanan ekonomik sıkıntılar, toplumsal ve bireysel trajediler vardı.

Türkiye neden bu kadar silahlanıyor ve borçlanıyordu? Oluşan savaş lobisinin ülke içindeki müttefikleri kimlerdi? Bu kirli savaştan kimler kâr etti? Kırsal bölgeler insansızlaştırılırken göç ettirilen insanlar kentlerin varoşlarında neleri büyütüp besliyordu? Gençlerin dağa gitmeleri nasıl engellenecek, dağda bulunan gençler nasıl indirilecek ve sisteme uyumları nasıl sağlanacaktı?

Kanayan açık yara olarak bırakılan Kürt sorunu büyük devletlerin Türkiye’yi yönlendirmelerine de açık kapı bıraktı. Terörü önleme gerekçesiyle büyük devletlerin çıkar alanına dönüşen Suriye bataklığına girmek, asker kayıplarınaa, ekonomik darboğaza neden oldu. Türkiye şimdi bu bataklıktan çıkmaya çalışırken bir şey elde etmiş gözükmüyor. F-35 projesinden çıkartıldı, S-400’ler kullanılamaz halde elinde kaldı.

Oysa Türkiye bu kadar savrulmadan ülke içindeki Kürtlerin hak ve özgürlük taleplerini karşılayıp barışı sağlasaydı kendi modelini komşu ülkelere örnek gösterebilir bölgeyi de istikrarlı hale getirme inisiyatifini ele geçirmiş olurdu.

Evet barış için öfkeyi dindirmek, intikamcı duygulardan uzaklaşmak, barışçı bir dil kullanmak gerekmekte. Ancak bunun unutmayla bir ilgisi bulunmamakta. Öfkeyi de, intikamı da durduracak olan şey geçmişin izlerini yok etmek değil, aynı acıları bir daha yaşamamak ve yaşatmamak, “bir daha asla” diyebilmek için o izler üzerinden hareketle yeni bir gelecek kurmak.

Sevinilecek husus, tarihsel bir mücadelenin içinden çıkıp gelen Kürtler, bugün kendi mağduriyetlerinin dışına çıkarak tüm mağdur kesimler için empati yapıp, çözümü Türkiye’nin demokratikleştirilmesinde görmeyi başardılar.

Ancak son yaşananlardan sonra bu duygu beraberliği ve toplumsal dayanışma duygusu Türkiye’nin demokratik geleceğini inşa noktasında tutunulacak en sağlam dallardan biri olmaya devam edebilecek mi? Türkiye, Kürtçe halay çekip, şarkı söylemenin suç sayıldığı 1980 askeri darbe zihniyetine dönmüş durumda.( İnsanlara şiddet uygulayan kimse, dile de şiddet uygulamak zorundadır.-Primo Levi )

Tüm mağdur kesimler bir araya gelerek farklılıklarıyla birlikte özgürlük, eşitlik ve barış içinde, hukuk güvenliği altında yaşamanın ilkelerini ortaya koymalı, çoklu, çoğulcu, katılımcı, özgürlükçü ve hukukun üstünlüğüne dayalı demokrasiyi inşa edecek yeni bir toplumsal sözleşmeyi inşa etmeli.

İnsan, hak ve özgürlüklerin hukuki güvencede olduğu, kimsenin “başkası” olarak dışlanmadığı yerde yaşamak ister. İnsanın özsaygısını oluşturan onuru vazgeçilmez bir iç değerdir.

Bu konuda birbirleri için empati yapabilecek tüm kesimlerin mağdurları ve onların mağduriyetlerini sırtlanma cesaretini gösterecek siyasi partiler bir ittifak oluşturmak zorunda.

Devletin kurucu ideolojisi “çoğulculuk”, “farklılıklara saygı”, “katılımcılık”, “müzakere-uzlaşma” kavramlarının aksine “tekçilik”, “farklı olanı asimile veya inkar ya da imha etme”, “merkeziyetçilik” esaslarına dayalı olduğundan ve devlet organizasyonu (iktidar, yasama, yargı, bürokrasi) ve tüm aparatları ile bu ideolojiyi besleyip sürekli olarak yeniden var edebildiğinden değişmezlik yönünde ortaya aşılamaz muazzam bir bariyer çıkmakta.

"Türkiye değişebilir mi?" sorusuna mevcut ideolojik zihniyet kalıbının toplumun büyük çoğunluğu ve siyaseti oluşturan sistem içi tüm siyasi partiler tarafından içselleştirildiği gerçeği karşısında buna olumlu bir cevap vermek zor gözüküyor. Kötümserlik yaymak için yazmıyorum. Gerçeği bilelim. Yolun meşakkatli, dikenli ve engellerle dolu olduğunu anlayalım. Sistem partileri tarafından aldatılmayalım. Müesses nizamı zorlayacak yeni oluşumlara, yeni düşüncelere, kavramlara, kelimelere ihtiyacımız var.

Dünya örnekleri, yüzleşme-müzakere-uzlaşı yöntemleri dosyası mümkün olursa başka bir zaman diliminde.


Ümit Kardaş kimdir?

1971'de İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ni bitirdi. 1975 yılında askeri hakim, 1985 yılında hukuk doktoru oldu. Çeşitli yerlerde savcılık, hakimlik ve adli müşavirlik yaptı. 1995 yılında emekli olup, serbest avukatlığa başladı. Çeşitli dergi, gazete ve kitaplarda yazıları yayınlandı. Halen internet gazeteleri Artı Gerçek ve Son Medya’da yazmaya devam ediyor. Bülent Tanör eser yarışmasında birincilik ödülü alan "Türkiye'nin Demokratikleşmesinde Öncelikler" isimli çalışması 2004 yılında yayınlandı. "Hukuk Devlete Sızabilir mi?", "Ötekiler İçin Sivil İtaatsizlik Rehberi", "Demokrasi ve Hukuk Krizi, "Zulüm Özür Uzlaşı", Kardaş’ın yayınlanmış kitaplarından bazıları.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Ümit Kardaş Arşivi