Mevlut Çavuşoğlu komedyen mi oldu?

Türkiye'nin, demokrasi pusulasını Erdoğan yüzünden kaybetmesinden ötürü, AB dışına tam gaz kaymasından ötürü muazzam bir kaygı var herkeste.

Yavuz BAYDAR

Aylardır cezaevindeler.

Hangi nedenle gözaltına alınıp tutuklandıklarını bilmeden zaman ‘öldürmekteler' orada.

Neden, öğrenemiyorlar.

Bilmiyorlar.

Bildikleri bir şey var: Gazeteci hepsi de.

En az 151 meslektaşımızın özgürlükleri hunharca gasp edildi.

Kimileri tecritte tutuldu, hala tutuluyor.

Kimileri avukatla dahi görüştürülmeden bir ay keyfe keder kapalı tutuldu.

Kimilerinin sağlık sorunlarına kulak tıkandı.

Ters kelepçelerle dışarı çıkarıldılar, hastanelere öyle götürüldüler.

Kimilerinin malvarlıkları, kredi kartları donduruldu.

Ortada bırakın iddianameyi, bir bilgi kırıntısı dahi yok.

Kuzey Kore hukuku.

Her biri birer dürüstlük abidesi olarak tanıdığımız arkadaşlarımız.

Yeni mesajlar göndermişler:

Cumhuriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Murat Sabuncu'dan gelen not:

"Yüreğimiz ülkemiz için yanıyor. Kendimizi bir yana bıraktık, ülkemizin haline üzülüyoruz…'

Uluslararası Basın Enstitüsü Yürütme Kurulu Üyesi Kadri Gürsel:

"Hukuk ve demokrasi mücadelesi beni burada hep aynı şeyi söylemeye mecbur ediyor. Sayın savcı, hakkımızdaki iddianameyi bir an önce yazın ve maruz bırakıldığımız yargısız infaza son verin. Varsa delillerinizle mahkemede hesaplaşalım."

Haberdar sitesi köşe yazarı ve CHP Başkanı eski Danışmanı Murat Aksoy:

‘"Türkiye’nin iyi ve yürekli insanları, hepinize merhaba. 162 günü geride bıraktık, iyiyim. Daha iyi olacağım. Siz de Türkiye’ye ve aileme iyi bakın. Türkiye de, ailem de iyi ve yürekli insanlara emanet. Bu karanlık günler geçecek, çok az kaldı. Burada olmak istemezdim ama hayat işte. Türkiye’yi güzelleştirmek hepimizin elinde. Tüm iyi yürekli insanları Silivri’den kucaklıyorum.'

Mesajlar böyle gidiyor.

12 Eylül faşizmini aratır koşullar altında kendisiyle görüşülebilen arkadaşlarımızdan gelen mesajlara her seferinde yenileri ekleniyor.

Cezaevlerinde yer kalmadı.

Kalsa, oraları da doldurulacak.

Hiçbir şüpheniz olmasın:

Bu arkadaşlarımızın – mesleği gazetecilik olanların – ve şiddete dayalı siyasetten uzak durmuş diğer tüm düşünce tutuklularının – mesela HDP'lilerin – hepsi, bila istisna, ‘siyasi mahpus'tur  – İngilizce deyişiyle, ‘political prisoner'.

Bu rastegele bir kavram değil.

Uluslararası hukuka, uluslararası kuruluşların tüzüklerine yerleşmiş bir kavram.

Türkiye'nin 13'üncü üye olarak Nisan 1950'de katıldığı Avrupa Konseyi şöyle tanımlıyor:

"Bir kişi, eğer…"

  • Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne ve ek protokollerine aykırı olarak, özellikle sözleşmenin düşünce, ifade, iletişim, vicdan ve inanç özgürlüğü, toplantı ve gösteri yürüyüşleri özgürlüğüne dair maddelerine aykırı olarak tutuklanmış ise,
  • Eğer tutuklama herhangi bir suça bağlantılandırılmamış salt siyasi nedenlere dayalı ise,
  • Eğer tutuklama süresi ve koşulları, söz konusu kişiye dair şüphe veya mahkumiyetle orantısızlık yaratmış siyasi nedenlere dayanıyorsa,
  • Eğer tutuklama adil olmayan bir süreç sonucunda, ve siyasi nedenlere bağlı olduğu görünür şekilde gerçekleşmiş ise,
  • Eğer tutuklama diğer kişilere göre ayrımcılık ifade eder şekilde gerçekleşmiş ise,

"… özgürlüğü gasp edilmiş o kişi siyasi mahpus olarak tanımlanır."

Bu bakımdan, şüpheniz olmasın, Türkiye'nin kapalı ve açık bir ‘siyasi hapishane' olarak Azerbaycan, Belarus, Suriye, Mısır, Özbekistan, Zimbabwe gibi ülkelerden pek bir farkı kalmamıştır.

İşin hazin tarafı, hükümete çöreklenmiş yönetici kadronun, sanki bu durum normalmiş gibi, yurtdışında masallar anlatmaya devam etmesi, ve ettikçe rezil rüsva olması.

Sadece bu ülkenin bağımsız aydınlarına eziyeti artırmakla kalmıyorlar, ülkenin itibarını beş paralık etmek için adeta çırpınıyorlar.

Bunun en hazin örneğini geçen hafta Madrid'de yaşadım ve, inanın, tanıdığım ve bir zamanlar pek çok Avrupalı siyasetçiyi umutlandırdığını bildiğim Dışişleri Bakanı Mevlut Çavuşoğlu adına ben utandım.

Malumunuz, Türkiye'nin insan hakları ihlalleri 15 Temmuz darbe girişimi ardından ayyuka çıkmış durumda.

Hapiste 151 gazeteci, işten atılan 9 bim medya mensubu, el konan en az 180 medya kuruluşu, yayın yasakları, gözaltılar, sosyal medya karartmaları…

Belediyelere atanan kayyumlar, seçilmiş milletvekillerinden 12'sinin tutuklanması; en az 60 milyar TL bedelindeki malvarlığına – kutsal mülkiyet hakkı çiğnenerek – el koymalar…

Hapiste işkence iddiaları, seyahat yasakları…

Bunların hiçbirinin ne saklanacak, ne de izah edilecek tarafı kalmış durumda.

Ağzı ile kuş tutmaya çalışanlara gülüp geçiyorlar.

Sınır Tanımayan Gazeteciler örgütünün (RSF) davetlisi olarak geçen hafta gittiğim İspanya başkentinde, bu kepazelik tablosunun sadece bizim meslekle ve mağdur meslektaşlarla ilgili kısmına odaklandım.

Muazzam bir ilgiyle karşılaştım. Benzer bir ilgiyi son altı-yedi aydır Almanya ve İtalya'da da görmüştüm. İspanya da öyle.

İlginin sebebi bence belli: Hafıza.

Bu üç ülkenin insanları da geçmişte üzerlerine çöken faşizmin anılarını gözeneklerinde hissediyor. 16 Temmuz sabahı başlayan Karşı-Darbe ile yaşananları fazla izaha gerek duymadan ‘anlıyorlar'. Türkiye halkının başına gelenler, ufukta silueti iyice koyulaşan Türk Tipi Faşizm karşısında hem dayanışma ihtiyacı içindeler hem de korku.

Açık söyleyeyim, iki gün boyunca meslekteşlarımın ilgisinden bunaldım. Herşeyi en ince detayına kadar öğrenmek, en karşı soruları da sorarak gerçeğin derinliklerine dalmak istediler. Bir günde beş saat boyunca en az 12 tane mülakat verdim. Hepsinde elden geldiğince sayılar, veriler ve araştırmaları aktardım.

İspanya'nın koyu Franko faşizminden çıkmasında ve demokrasinin kurumsallaşmasında kilit rol oynayan, dünyanın en saygın beş-altı gazetesi arasında sayılan El Pais gazetesinde, Genel Yayın Yönetmeni Antonio Cano ve tüm editörlerle beni şaşırtan uzunlukta bir görüşme yaptım; soruların ardı arkası kesilmedi.

Net olarak söyleyeyim: Türkiye'nin, demokrasi pusulasını Erdoğan yüzünden kaybetmesinden ötürü, AB dışına tam gaz kaymasından ötürü muazzam bir kaygı var herkeste.

Kimse boş hayallere kapılmıyor, gidişatın vahametini görüyorlar.

‘Siz gazeteciler akademisyenler için ne yapabiliriz?' diye soruyorlar döne döne.

‘Sizi yalnız bırakmayacağız, biz o dönemleri yaşadık' dedi yaşlı bir El Pais editörü.

‘Pis bir süreçtir, girdiniz mi çıkamazsınız, elden geleni yapmak lazım…'

Sonradan öğrendim ki, Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu ertesi gün Madrid'e geliyormuş.

Geldiğinde, İspanya medyası – tabii pek çok Latin Amerika medyası da dahil – ‘basın özgürlüğü ile dayanışma'nın en onurlu örneklerini, ülkemizdeki kepazelikleri anlatarak vermiş bulunuyordu.

Çavuşoğlu orada ülkesinde artık ortadan kalkmış olan bir fenomenle karşılaştı: Soru soran, ve sorduğu sorunun cevabını isteyen gerçek gazeteciler. Bunaltılmış, mutsuz olmuş.

Üzüldüm.

Bir zamanlar Avrupa Konseyi Parlamenterler Asamblesi Başkanı seçildiğinde, partisi adına süren iç ve dıştaki reform umutlarını tazeleyen ‘çözüm odaklı' bir profile sahipti. Starsbourg'da seviliyor, sayılıyordu. Atılan en küçük reform adımları bile onun saygınlığını katlıyordu. Aklı başında bir politikacı addediliyordu.

Geriye hiçbir şey kalmadı.

Önce, Ekim ayında, ‘idam cezasına karşıyım ama eşim beni tehdit etti' mealinde gevelemiş, Avrupa çevrelerinde ‘tanıdığımız Çavuşoğlu mu bu?' şeklinde tepkilere yol açmıştı özel sohbetlerde.

Madrid'de bir araya geldiği El Pais, El Mundo gibi büyük gazetelerin temsilcileri ‘neden bu kadar çok gazeteci hapiste?' diye sorunda bakanımız şöyle demiş:

"Gazeteci olarak kendilerini gösteren kişiler, terörizmi ya da terör örgütlerini destekledi. Çok sayıda insan tutuklandı çünkü bunların hepsi aktif bir şekilde darbe girişimini destekledi ve üçüncü kişiler medyayı kullanarak propaganda yaptı. Eleştiri yapan gazeteciler ile darbeye karışanları birbirinden ayırmak gerekir."

Tabii bunu bırakın İspanya'yı herhangi bir ülkede yutacak kimse kalmadı artık, ve bakan bunu bilmiyor olamaz. Ama ezberi belli ve söylüyor işte. İkna ediciliği olmadığını bile bile.

Demiş ki Çavuşoğlu ilaveten:

"Türkiye'de haber yazdığı için tutuklu olan tek bir gazeteci yok. Eğer varsa kim olduğunu bilmek isterim."

Başlı başına bu ifade bile, bakanın bir ara başkanlığını yaptığı Avrupa Konseyi'nin ‘siyasi mahpus' tarifinin Türkiye'de ne kadar yaygın şekilde uygulamaya konduğunun dolaylı itirafıdır.

Bakın Sayın Çavuşoğlu, tek bildiği iş gazetecilik olan, sosyal demokrat eğilimli kardeşimiz Murat Aksoy ne demiş bir ‘siyasi mahpus' olarak:

"Cumhuriyet gazetesinin tutukluları için iddianame hazır. Ahmet Şık için de. Ancak talimat bekleniyor. Bizim iddianamemizde polis sorgusunda ne varsa o yazılı. O zaman 5.5 ay niye bekletildi. Bu ülkede yargısız infaz sürüyor."

Talimatla iddianame…

Tutukla ve sonra delil gelecek diye bekle.

Niye gelsin? O 151 kişinin hiçbiri gazetecilikten başka bir işle iştigal etmedi ki.

Ha demek ki derdiniz gazeteciliği baştan aşağı suç eylemine çevirip, dışarıya masal anlatmak, inanmayınca kimse, Batı'ya verip veriştirmek.

Ülkeyi bu hale getirdiniz, dört küme birden düşürdünüz Mevlut Bey.

Dibe vurdurdunuz.

12 Eylülcüler de aynen sizin gibi dışarıya boş masallar anlatıyorlardı.

Kimse dinlemedi.

Demek ki onlarla mayanız aynıymış.

Sağolun, öğrenmiş olduk.

Bakın Mevlut Bey, anlamadınız:

Bu kavga bizim siyaset ve iktidar kavgamız değil. Siyaset ve iktidar kavgası sizin işiniz.

Biz, iğdiş etmeye kalktığınız soylu mesleğimizi sonuna kadar savunacağız. Derdimiz bu.

Hangimize çamur ve iftira atarsanız atın, siz ve arkadaşlarınız bakan, yani ‘mühim insan' diye, iftira olmaktan öteye geçmeyecek.

Tarihin utanç sayfasına yazılıyorsunuz.

Yalan ve iftirayla bize atılan hiçbir şey üzerimizde kalmaz, akıp gider.

Anlamadınız, ısrar ediyorsunuz: Siz siyasetçi olarak işinizi yapın, halka hizmet götürün. Biz de gazeteci olarak işimizi yapacağız ve gerekli her durumda haberi de saklamayacağız, eleştiri hakkını da kullanacağız. Durdurmazsınız.

Çamur atarak, yalan söyleyerek, hapse gazeteci doldurarak, sektördeki insanları işsiz bırakıp ekmeğiyle oynayarak bizi asla susturamayacaksınız.

Size üzülüyorum Mevlut Bey.

Yanlışlar yapa yapa giden birinin kuyruğuna takılıp siz de yalan dünyasına savrulanlara arasında yerinizi aldınız.

Size dışarda sadece gülüyorlar.

Yüzünüze de gülüyorlar, arkanızdan da.

Yazık.

Keşke susma hakkını kullansaydınız.

Önceki ve Sonraki Yazılar
Arşivi